top of page
Ara
  • Tolga Şirin

İSTİKLÂL MARŞI'NIN EZGİSİ ve ANAYASA



Sosyal medyada, rastgele gezerken, farklı İstiklâl Marşı ezgilerine rastladım. Örneğin bu videolardan birinde, “İstiklâl Marşı Derneği”nin kurucusu İsmet Özel, İstiklâl Marşı’nın mevcut ezgisine eleştiri getiriyor. Özel, ellerini bir öğretmen edasında sallayarak İstiklâl Marşı’nın nasıl okunması gerektiğine ilişkin ders veriyor:


Ayrıca İstiklâl Marşı'nın Ali Rıfat Çağatay tarafından bestelenen hâli de bazı çevreler arasında popülerleştirilmeye çalışılıyor:


Diğer yandan, -kimilerince simgesel bulunacak ve üzerine sayfalarca yazı yazıp analiz geliştirmeye uygun şekilde- "Atatürk Orman Çiftliği"nin arazisi üzerinde inşa edilen Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün açılışında da “İstiklâl Marşı’nın Mehter Versiyonu” denilen ezginin çalındığını gördüm. Bu videoda İstiklâl Marşı’nın Osman Zeki Üngör tarafından bestelenen “Batılı” ezgisi değiştirilmiş. Ben daha önce kaçırmışım, şu linkten izleme fırsatı buldum, izlemeyenler izleyebilir:


Youtube sitesinin bir özelliği var. Eğer siteyi kapatmazsanız site sizi benzer nitelikteki videolara kendiliğinden götürüyor. Bu yolla önce yeni tarih yazımının ideolojik/kültürel aracı olarak kullanılan televizyon dizilerinden “Payitaht” isimli dizinin videosu açıldı. Bu videoda da adının “Hamidiye Marşı” olduğu söylenen bir ezgiyle ile karşılaştım:

Bu video bombardımanından sonra, durup şöyle bir düşündüm. Aklıma bazı sorular geldi, bu sorulara kendimce bazı yanıtlar buldum ve onları burada paylaşmak istedim.

Ulusal marşlar işlevi nedir? İstiklâl Marşı bu işlevi karşılamıyor mu? Osmanlı-Türkiye anayasal tarihinde ulusal marşların yeri nedir? 1982 Anayasası, İstiklâl Marşı'nın ezgisinin değişmesine izin veriyor mu? gibi sorular…

1-) Ulusal Marşların İşlevi Nedir? İstiklâl Marşı Bu İşlevi Karşılıyor mu?

Ulusal marşların hizmet ettiği şeyin ne olduğu sorusunun yanıtı, bu marşların “ulusal” niteliğinde yatıyor. Bir marşın ulusal olması, ulusçuluk akımının ürünü. Malum, ulusçuluk (milliyetçilik) kökleri öyle çok eskilere dayanmayan -ulusçuların kadimlik iddiasına rağmen- esasen sonradan üretilen modern bir olgu. Ulusçular, bir toplumun üzerinde yaşadığı toprağı/sınırları, o toplumda konuşulan dili, sürdürülen eğitimi, muhatap olunan ekonomiyi vs. “ulus” temelinde kurgulayarak hayali bir birliktelik duygusu yaratır. Başta hayal edilen, sonra modellenen, uyarlanan ve dönüştürülen bu birliktelik, kurumsal hale geldikten sonra halklar, artık hayal ürünü olan bu kurguya (ulusa) bağlılık duyar ve hatta onun uğruna ölmeye hazır hale gelir.

Ulusçuluk konusundaki klasikleşmiş çalışmaların yazarı Benedict Anderson’a göre “insanların, genellikle kendi seçmediği- ülkesi uğruna ölmesi, İşçi Partisi, Amerikan Tıp Derneği ya da hatta Uluslararası Af Örgütü uğruna ölmenin rekabet edemeyeceği bir ahlaki görkem taşır. Devrim uğruna ölmek de görkemini daima, temelde arı olduğu hissedilen bir şeyden alır.” (Proletarya yalnızca buzdolabı, tatil ya da iktidar peşinde koşan bir grup olarak tasarlansaydı, kendi üyeleri de dahil olmak üzere insanlar onun uğruna ölmeye ne ölçüde razı olurlardı ki?)

İnsanların kendilerini feda edecekleri bu tür görkemli arı değerlerin üretilmesi kolay iş değildir. Bunun için, sürekli yenilenen bazı ritüellere ve sembollere ihtiyaç vardır. Ulusal basın, tarih, para, ortak saat dilimi, bayrak, marş vb., bu türden sembollerdir. Bu semboller, bir yandan içeriklerinin ve ajitatif propagandanın görkemiyle muhataplarını büyülerken diğer yandan da insanların, hiç tanımadıkları kişilerle bir eşzamanlılık duyumsamasına ve bu duyumsama üzerinden ortaklık kurmalarına hizmet eder. Ulusal sınırlar içinde olmaları kaydıyla hiç tanımadıkları kişilerle aynı haberleri aynı tarihte okuyan, aynı eğitimi alarak ortak bir tarihe sahip olduklarına ikna olan, aynı para birimiyle ekonomik mübadeleye girişen ve bu yönde kader ortaklığı hisseden kişiler, bir “biz” bilinci oluştururlar.

Kurgulanan bu “biz” bilincinin “duygusallığa” bakan bir yönü de vardır. Bu nedenle de duygulara değen araçların, ulusal anlamda sembolleştirilmesi kaçınılmazdır. Bunların başında, genel olarak sanat eserleri, özel olarak da ulusal marşlar gelir. B. Anderson, bu tespitiyle, aslında ilk sorumuza yanıt veriyor:

"Öyle bir eşzamanlı topluluk biçimi vardır ki, ancak ve özellikle şiir ve şarkılar biçimindeki dille anlatılabilir. Milli bayramlarda söylenen milli marşları alın örneğin. Sözler ne kadar bayağı, ezgi ne kadar sıradan olursa olsun, bu marşların söylenmesinde bir eşzamanlılık deneyimi vardır. Böyle anlarda birbirine tamamen yabancı insanlar aynı ezginin eşliğinde aynı dizeleri okur. İmge: Tek bir tını. Marseillaise’i, Waltzing Matilda’yı ya da Endonezya Raya’yı söylemek, tek bir tınıda buluşma, hayali cemaatin fiziksel gerçekleşğini yankıda bulma imkânı demektir. (…) Nasıl da kendinden geçer insan bu tek tınıda! Başkalarının da bizimle tam aynı anda ve şekilde bu şarkıları söylediğinin bilincinde olsak bile onların kim oldukları, hatta yanı başımızdakiler dışında kalanların nerede oldukları hakkında en küçük bir fikrimiz yoktur. Bizi birbirimize bağlayan hayali bir ses dışında hiçbir şey yoktur.”

Yani ulusal marşlar iki işlev görüyor. Birincisi, ezgileriyle ve şiirsel sözleriyle görkemlilik yaratarak yurttaşların duygularını, icabında uğruna fedayı gerektirecek heyecanlara taşıyacak şekilde tahrik ediyor. İkincisi, birbirini tanımayan kişiler arasında ulusal bir ortaklık yaratma işlevi görüyor.

Kişileri birbirine ezgisel olarak bağlayan bu “ulusal bağ”, ulusçuluk akımının patladığı 1789 Fransız Devrimi’nin ürünü. Gerçi bu tarihten önce de hanedan mensuplarına özgü bazı resmî ezgiler yok değil. Örneğin Hollanda’nın bugün de ulusal marşı olarak kabul edilen 1572 tarihi “Wilhalmus” Marşı veya Birleşik Krallık’ta “ulusal marş” olarak okunan 1745’te bestelenen “God Save the Queen” (Tanrı Kraliçe’yi Korusun) bu kategoriye örnek gösterilebilir. Ne var ki bu marşlar, en azından yazılma amacı itibarıyla “ulusal” nitelik arz etmiyor. Kelimenin gerçek ve modern anlamıyla ulusal marş, Fransız Devrimi’nin ardından, öncelikle Avusturya ve Prusya ile yapılan savaşta asker marşı olarak bestelenen, fakat sonradan Marsilya’dan başkente doğru “ulusal” saiklerle yürüyen gönüllülere atıfla hatırlanan ve yabancı işgali ile tiranlığa karşı yurttaşları harekete geçirmeye çağırdığı söylenen La Marseillaise’dir:


Bu marş, halk arasında “devrimin şarkısı” olarak kabul görmüştür. Napolyon döneminde devrimci fikirler içerdiği gerekçesiyle yasaklanan marş, 1879’da tekrar, laikliğe de sembolik bir gönderme yapılarak, yeniden ulusal marş olarak ilan edildi.

Le Marseillaise’in eski rejimi yıkan devrimciliğe değen yönü, anti-monarşistliğin yanında Kilise’nin ilahilerinin yerine, dünyevi ezgilerin ikame edilmesini de içerir. Başka bir deyişle, Le Marseillaise özelinde ulusal marş olgusu, nasıl ki Kutsal teslisin (baba-oğul-kutsal ruh) yerini erkler arılığı(yasama-yürütme-yargı), dinsel kitapların yerini Anayasa, dinsel emirlerin yerini yasa almışsa, benzer şekilde ilahilerin yerini de dünyevi ezgilerin almasını ifade eder; dolayısıyla laik/seküler bir işlev de görür. Şu hâlde Anderson’un ifade ettiği ikili işlevin yanına, ulusal marşların laikleşme ile bağlantılı bir işlevi olduğunu ekleyebiliriz.

Şimdi, bu üç işlevi belirlediğimize göre ikinci soruya geçelim: İstiklal Marşı bu üç işlevden hangisini karşılamıyor ki hükûmete yakın çevreler, bu yönde bir melodik başkalaştırma ihtiyacı duyuyor?

İlk bakışta İstiklâl Marşı ile ilgili sorunun, sözleri ve ezgisi arasındaki prozodi hatası ile ilgili olduğu düşünülebilir. Nitekim çoğu defa marşın düzgün söylenemediğine şahit olduk.

Örneğin:


Keza örneğin:


Ne var ki İstiklal Marşı'na yönelik değişiklik isteyen güncel öneriler, teknik bir prozodi sorunuyla ilgili değil. Eğer böyle olduğunu düşünüyorsak, büyük bir yanılgı içinde ve yüzeysellikle malulüz demektir.

Türkiye’de İstiklal Marşı’nın hâlihazırda kişilerin duygularına dokunarak ulus ile bağ kurma şeklindeki ulusçu işlevinde bir kırılma yok. Benzer şekilde, Kürt sorununa yönelik bazı kayıtlar saklı kalmak şartıyla, birbirini tanımayan insanlar arasında ulusçu temelde ortak bir “biz” bilinci yaratması konusunda da güncel bir sorunun varlığından bahsetmek kolay değil. Öyle ki, İstiklal Marşı, bünyesinde “hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin İstiklal” sözcüğü gibi dinsel unsurlar barındırıyor olmasına veya Marş’ın sözlerinde “Türk” sözcüğüne hiç yer vermeyip etimolojik olarak dinsel bir birlikteliği ifade eden “millet” sözcüğünde ısrar ediyor olmasına rağmen; ne ulusçu çevrelerden ne de laik çevrelerden bu unsurlara yönelik kitlesel ve yaygın bir itiraz dile getirilmiştir. Hatta bu durum, 28 Şubat dönemi gibi bu tür itirazların en rahat şekilde dile getirilebileceği zamanlarda bile böyledir. Benzer şekilde, 2011 yılında kurulan Anayasa Uzlaşma Komisyonu toplantılarında dahi bu konuda bir tartışma yaşanmamıştır.

Bu işlevler yönünden güncel bir sorun olmadığına göre geriye, ulusal marşın dünyevi işlevinden rahatsızlık duyulması kalıyor. Bazı çevrelerin alternatif ezgi üretimlerinin tamamının ilahî tınılarını barındırıyor olması da bu seçeneği doğruluyor gibidir. Şu hâlde denebilir ki ezigiye yönelik son dönemde öne çıkan revizyon gündemi -bazıları için bilinçli bazıları için bilinçsiz- Fransız Devrimi’nden mülhem laik fikirler uyandıran çağrışımlarından duyulan rahatsızlığın bir uzantısı gibidir.

2-) Osmanlı-Türkiye Anayasal Tarihinde Ulusal Marşların Yeri Nedir?

Üçüncü soru, Türkiye’de batılılaşma hareketlerinden sonra giren marşların Batı ezgilerinden etkilenip etkilenmediği ile ilgiliydi. Ana akım medyaya inanacak olursak Osmanlı’da, devlete ilişkin her mekânda sadece mehter marşı çalınıyor olmalı. Oysa buna kuşkuyla yaklaşmakta yarar var. Zira Fransız Devrimi’nin yarattığı fikirler ve onunla koşut şekilde gelişen anayasalcılık hareketi, her anayasalı devlet için resmî ve/veya ulusal marşının üretilmesini beraberinde getirmişti. Bu marşlara bakıldığında genelde klasik Batı müziği ezgileriyle, en azından ciddi sanat müziğiyle karşılaşılıyor. Alsında bunun doğal bir nedeni var: Kalıcı olma iddiasındaki ulusların marşları da buna koşut nitelikte ciddi ve kalıcı olmalıdır.

Filozof olmasının yanında başarılı bir müzikolog da olan Theodor Adorno’nun bu konuda yazdıklarından esinlenerek açayım. Adorno'ya göre müzik yapıtları ikiye ayrılır: Birincisi metalaşmış ve pazar koşullarına göre şekillenmiş (örn. vülger, popüler, hit nitelikteki) müziktir. İkincisi ise ilkesel olarak metalaşma karşıtı ve pazar koşullarını dikkate almayan ağır sanatsal müziktir.

Birinci tür müzikler “kitch” niteliktedir ve bireyin kısa vadeli ihtiyaçlarını karşılar. Dinleyiciye, o an duymak istediği şey her ne ise onu verir. Yani sahte bir yakınlık ve bireycilik söz konusudur bu tür "hafif" müziklerde. Buna karşın ikinci tür müzik, "ağırdır" ve sanatsaldır. Yani sadece birey, toplum ve evrensel değerler arasında bir köprü kurmakla kalmaz, aynı zamanda kendisine mesele ettiği konuları (bir ifade biçimi olarak) notalar aracılığıyla anlatır. Hâl böyleyken, bireyselin ötesinde toplumsal olma ve zamanın ötesine taşıp ebedi olma iddiasındaki ulusal marşların da müzik bilimi yönünden belli bir eşiğin üzerine ulaşmış türden müziklerden olması doğal sayılıyor. Bu nedenledir ki bugün dünyadaki ulusal marşların ezici çoğunluğu, bizim klasik müzik dediğimiz türden (genellikle ya operet ya da marşlar şeklinde tezahür eden) evrensel ve kalıcı ezgilerden oluşuyor.

Osmanlı Devleti’nde de durum böyle. Konuyla ilgili literatür karıştırıldığında, Osmanlı Devleti’nde de, anayasalcılık akımının ülkeye girmesiyle birlikte, dağınık şekilde düzenlenen “mehterhane” ezgilerinin yerini her padişah için özel olarak bestelenen resmî marşların aldığı görülüyor. (Gerçi iddiaya göre Göben zırhlısı "Yavuz" adı verilerek Osmanlı Devleti tarafından satın alındığında, Almanlar milli marşlarını söyledikten sonra sıra Osmanlılara geldiğinde, milli marş sıkıntısı yaşanır ve bir subay, herkesin bildiğini tahmin ettiği "Ay dede ay dede/Çerağın nerede" şarkısını "durağın nerede" demek suretiyle söyleterek krizi çözer. Ethem Üngör'e göre "Entarisi Ala Benziyor" ve "Hamsi Koydum Tavaya" söylenmiş, Brest-Litovsk Konferansı'nda ise yalnızca tekbir getirilmiştir. Bu sıkıntılı zamanlardan sonra ise padişah marşları sözsüz de olsa olabildiğince kurumsallaşmıştır.)

İşin ilginç yanı padişahların marşlarının ezgileri, şimdilerde bir "trend" olan neo-Osmanlıcı sanrıların ve iddiaların aksine klasik müzik ezgilerinden oluşuyor.

Örneğin II. Mahmut döneminde Devlet’in ilk resmî, yani bugünkü anlamıyla ifade edecek olursak "ulusal marşı" olan, Giuseppe Donizetti (nam-ı diğer Donizetti Paşa) tarafından bestelendiği kabul edilen “Mahmudiye Marşı” tam olarak şu şekilde:


1861 tarihinden sonra çalınan ve yine Donizetti bestesi olduğu söylenen Aziziye Marşı da benzer tınıları taşıyor:


Konunun bir diğer ilginç noktası da, Abdülhamit’in marşı olan Hamidiye Marşı’nın da klasik Batı Müziği melodisi içermesidir. Yukarıda değinilen Payitaht isimli dizide öne çıkaran mehteran ezgilerinin aksine Hamidiye Marşı şu şekilde:


Hatta bu bağlamda ironik olan şu ki, Abdülhamit’i tahttan indiren, modernleşmeci/pozitivist çizginin (ya da moda olan pejoratif kullanımıyla “ittihatçı zihniyet”in) kullandığı marşlar çok daha yerel. Bunlardan “Meclis-i Mebusan Marşı” nispeten sentez gibi görünüyor, fakat İttihat ve Terakki’nin en bilinen marşı olan “Vicdan-ı Muazzam” ise iyiden iyiye "alaturka":

“Meclis-i Mebusan Marşı” şuradan dinlenebilir:


“Vicdan-ı Muazzam” ise şuradan dinlenebilir:


Bu ezgileri dinleyince ben üçüncü sorumun yanıtını da aldım.

1982 Anayasası, İstiklal Marşı'nın Ezgisinin Değişmesine İzin Veriyor mu?

Son olarak İstiklal Marşı’nın ezgisinin değişmesi mümkün müdür sorusunu aklıma takılmıştı.

Bilindiği gibi İstiklal Marşı, Anayasa’nın 3’üncü maddesine göre Türkiye Devletinin “millî marşı”dır. Anayasa’nın 4’üncü maddesi uyarınca bu hüküm değiştirilemez. Acaba bu değiştirilemezlik, melodinin değiştirilemezliğini de mi içeriyor? Örneğin vaktiyle Mümtaz Soysal’ın da sorduğu gibi, prozodi hatası konusunda bile değişiklik yapılamaz mı?

Bu, kolay bir soru değil. Karşılaştırmalı anayasa hukukundan hareketle yanıt bulmaya çalışalım. Öncelikle ulusal marşların anayasalarda bulunmasının oldukça yaygın görünüyor. Texas Üniversitesi öğretim üyeleri tarafından yürütülen "karşılaştırmalı anayasa hukuku projesi" verilerine göre bugün dünyadaki 190 anayasanın 116’sında ulusal marşa yer verilmiş. Bu hükümlerde -Dominik Cumhuriyeti (md. 33) ve Moğolistan Anayasası (md. 12/7) gibi istisnalar hariç olmak üzere- marşların ezgilerine herhangi bir gönderme yapılmıyor, fakat sadece adlarına yer veriliyor. Yani anayasal güvence altındaki ulusal marşlar, özel olarak ezgilerine atıf yapılmadan düzenleme altına alınıyor. Konuyla ilgili literatürde ise ezgi değişikliği için anayasa değişikliği yapılması gerektiğini söyleyenler kadar aksini ifade edenler de var. Ancak bizdeki tartışma yaratan mesele, ezgiler için anayasa değişikliği yapılıp yapılamaması değil, İstiklal Marşı’nın ezgisinin de değiştirilemez olup olmadığı… Bu soruya karşılaştırmalı anayasa hukukundan gelen bir yanıt yok.

Türkiye doktrininde ve anayasa yargısında da bu sorunun net yanıtı verilmiş değil. Hâl böyle olunca da konuyla ilgili tek verimiz Anayasa koyucunun bu konudaki tartışmaları oluyor.

Danışma Meclisi Tutanaklarında İstiklal Marşı

İstiklal Marşı’nın Anayasa’ya konması 1982 Anayasası ile gerçekleştiği için daha önceki meclis tutanaklarında bu konuda bir tartışmaya rastlanmıyor. İstiklal Marşı, ilk kez Orhan Aldıkaçtı’nın başkanlığını yaptığı Danışma Meclisi Anayasa Komisyonu’nun Anayasa Teklifi’nde normatif olarak düzenlenmiş ve o düzenlemenin gerekçesinde bunun nedeni basitçe şöyle ifade edilmiş:

“Millî Marşımız (…) Büyük Türk Şairi Mehmet Akif’in yazdığı ve İstiklâl Harbimizden beri Türk milletinin millî marşı olan ‘İstiklâl Marşı’ olduğu açıklanmıştır. [Bu] manevi [değer], Türk Devletinin ve Milletinin etrafında toplandığı kutsal simgelerdir.”

Danışma Meclisi tutanaklarında, bu öneriye ilişkin görüşmelere bakıldığında ise birkaç noktada tartışma çıktığı görülüyor. Bunlardan ilki, böyle bir hükme Anayasa’da yer vermenin gerekli olup olmadığına ilişkin. Danışma Meclisi üyesi İmren Aykut’a göre;

“Bir konunun yasalarda düzenlenmesi, ya bu konuyu emniyete alma ihtiyacından doğar veya o konuyu topluma kabul ettirme isteğinden ve gereğinden doğar. Şimdi soruyorum; bizim bayrağımızı ve İstiklâl Marşımızı emniyete almak için bazı sebepler mi vardı? Yoksa topluma kabul ettirmek için çaba göstermemiz mi gerekiyor? Bence her iki sebep de ortada yoktur; çünkü Bayrağımız ve İstiklâl Marşımız yıldan beri kabul edilmiş, benimsenmiş ve herhangi bir yasal dayağı olmadığı halde değiştirilmesi hiçbir nedenle düşünülmemiştir. (…) Anayasalarımız bile 10 yılda bir sarsıntı geçirir ve bazı değişmelere uğrarken Bayrağımız ve İstiklâl Marşımız üzerinde en ufak bir gölge düşmemiş, değiştirilmesi akıllardan bile geçmemiştir. Anayasalarımızdan çok daha sağlam kafalarımıza ve kalplerimize yazılmış olan bu çok önemli iki değeri yazılı bulunduğu değişmez yerlerde bırakalım. Oradan söküp de sık sık değişmek zorunda kalan anayasa maddeleri içine sokmayalım.”

İ. Aykut’un bu sözlerine Danışma Meclisi üyeleri, vaktiyle ulusal marşta değişiklik isteyenler olduğu gerekçesiyle karşı çıkıyorlar. Özellikle de “komünizm korkusu”nun baş gösterdiği '70'li yılların da etkisiyle gençlerimize “milli marş yerine Enternasyonali okullarda öğretmediler mi, söyletmediler mi?” diyerek itirazlarda bulunuluyor. Hatta hüküm, “Taksim Meydanı'na kızıl bayrak çekenlere, İstiklâl Marşı'na saygı duymayan bir gençlik yetiştireceğim diyenlere atılmış ve atılması gerekmiş bir şamar” olarak ifade edilerek tanıtılıyor.

Bir diğer tartışma da İstiklâl Marşı’nın sözlerinde ve müziğinde değişiklik yapılma olasılığına ilişkin. Bu tartışma, aynı maddede yer alan “Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.” hükmündeki Bayrak Kanunu’na atıfla birlikte yapılıyor. Çünkü madde gerekçesinde bayrağın şeklinin kanuna bırakılmasının nedeni “ileride sanat endişesiyle yapılacak değişiklikler” olarak gösterilmiş. Danışma Meclisi üyesi Utkan Kocatürk, bu ifadeye karşı çıkarken, böyle bir endişenin yollarının açılması hâlinde, “yarın İstiklâl Marşı’nın sözlerinin sırası da değişebilir, sanatsal olarak şu olabilir bu olabilir. Bunlar kabul edildikleri şekilde muhafaza edilmeleri şartıyla, millet için o günün hatıralarını taşıyan kutsal birer mefhumdurlar.” diyor. Dolayısıyla, gerekçeden de tür sanatsal kaygılarla değişiklik yapılması kaydının çıkartılmasını istiyor. Öte yandan Danışma Meclisi üyesi İbrahim Barangil de bu hassasiyete binaen maddeye “beste ve güftesiyle” ifadesinin eklenmesini öneriyor fakat bu önerilere sıcak bakılmıyor; aksine, Süleyman Sırrı Kırcalı’nın şu itirazları Meclis çoğunlunca kabul görüyor:

“Fransız ‘La Marseillaise’ deyince neyi anlıyorsa, Türk ulusu da ‘İstiklâl Marşı’ deyince, benim anladığım kadarıyla Mehmet Akif tarafından şiiri yazılmış ve bestesi hepimizce malum olan İstiklâl Marşı’nı anlıyoruz. O sebeple bunu tarif etmeye gerek olmadığı kanısındayım.”

Buna koşut yaklaşan Komisyon başkanı Aldıkaçtı’ya göre de:

“Gerekçede Milli Marşın Mehmet Akif tarafından yazıldığını açıklamıştık. Eğer gerek görülürse, bilmiyorum bestekarını da gerekçeye ilave ederiz; fakat başka türlü bir şey olması mümkün değil efendim.”

Bu madde önerisiyle ilgili üçünü tartışma da bu hükmün değiştirilemez olmasıyla ilgili. Danışma Meclisi görüşmelerinde bu hükmün de değiştirilemez kılınmasını iki temsilci (Mehmet Hazer ve Feyzi Feyzioğlu) dile getirmişlerse de Danışma Meclisi’nin kabul ettiği metinde değiştirilemezlik sadece ilk madde ile sınırlı. Yani bugünkü gibi 3'üncü maddeyi kapsayan değiştirilmezlik zırhı, Danışma Meclisi’nde etraflı şekilde konuşulmamış ve bu yönde bir karar da alınmamış. 3’üncü maddenin de değiştirilemez kılınması, Milli Güvenlik Konseyi Anayasa Komisyonu’nun tasarrufu. Milli Güvenlik Konseyi Anayasa Komisyonu’nun değişiklik nedenlerini ve nasıl bir tartışma yürüttüğünü ise hâlâ bilmiyoruz.

Toparlayacak olursak, yargı kararlarında bu konuda düzenleme yoksa da aslî kurucu iktidarın niyetinin İstiklâl Marşı’nın melodisini de kapsayacak şekilde değiştirilemez kılmak olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu tutanaklarının bağlayıcılığının sınırlı olduğunu ve ancak tamamlayıcı yorumlarda kullanılabileceğini kaydetmek gerek. Bu da bir yanıt olarak kabul edilebilir.

Bu konudaki notlarım bu kadar. Fırsat bulursam bu yazılanları güncelleyebilirim.

***

Not 1: Tüm bunların dışında bu ezginin İstiklâl Marşı’nın gerçek ezgisi olup olmadığı tartışması var ki onun yanıtını Soner Yalçın vermişti. Onun yanıtını burada tekrarlamanın gereği yok.

Not 2: Yazının içeriğinden bağımsız olarak, rock severler Burak Gemalmaz'ın "bonus"unu buradan dinleyebilirsiniz.

Not 3: Jazz severler ise benim "bonus"umu buradan dinleyebilirsiniz.

bottom of page