top of page
Ara
  • Tolga Şirin

Devletin Bir Ögesi Olarak Mitler ve Türk Mitolojileri

Zaman ve olanak buldukça TRT’nin arşivini izliyorum. Büyük Taarruz'u anlatan, 1975 yılından bir videoya denk geldim. Videoda, Kurtuluş Savaşı Gazisi Mehmet Ali Soy (ışıklar içinde uyusun), taarruzdan önceki dakikaları anlatırken şöyle diyor:


“26 Ağustos gecesi cepheye yürüdük, hareket ettik Akşehir deresindeki bir köyden. Kıtaatımız, alayımız orada eğleşiyordu. On beşinci fırka, otuz sekizinci alay. Bir ikindi vakti bizi harekete geçirdiler. Köyden kurtulduk 1 kilometre ileride sağımızdan solumuza bir kurt geçti, yani 20 metre bir aralıkla sancağımızın önünden geçti. Dedik ‘zafer bizim inşallah!’, ‘zafer bizim!’ Böyle de asker bağırdı: ‘zafer bizim!’ Hareket ettik...”

Bu görüntüleri izlemeden biraz öncesinde Oğuz Kağan Destanı’nda Oğuz Kağan’ın hükümdarlığını halka bildirdiğinde “Kök börü bolsungıl uran!” (“Savaş naranız bozkurt olsun!”) diye bağırdığını yeni okumuştum. Üstüne geldi. Hoş bir rastlantı oldu.

Dahası var. Bir süredir Orhon Yazıtları, Kutadgu Bilig vb. metinleri okuyor ve bunlarda Türk (erken) devlet teorisinin izlerini sorguluyordum... Hatta Georg Jellinek’in (i) ülke, (ii) insan ve (iii) iktidardan oluşan “üç öge öğretisi”nin, bunlara “vergi” ve “asker” ögelerini de katan Türk geleneğinde köklerinin olduğunu görmüştüm[1]:


“Bu ülkeyi yönetmeye çok er, at ve ordu gerek

Er ve at beslemeye, çok mal ve servet gerek

Bu malı almaya bir gerek zengin bodun

Bodunu zengin kılmaya kurum ve yasa kodun.”


Buna bir de “mit” eklenmiş oldu. Bir mit olmadan herhangi bir devlet örgütlenmesini ayakta tutmanın mümkün olmadığını eskiler de gayet iyi biliyor olmalı.

Mitlerin bazen birer masa başı üretim olduğu açık. Fakat bu uydurmaları dinlemeye ihtiyaç duyan insanların da olması gerekiyor. Aktardığım videoda, sancağın önünden bir kurt geçmesinin kitlede yarattığı heyecanın, psikolojik, sosyolojik ve tarihsel, birden fazla nedeni olsa gerek. Her hâlükârda bu video, zorlu koşullarda insan zihninin bazı mitlere ihtiyaç duyduğunu, bunlara inanmaya fazlasıyla hazır olduğunu güzel anlatıyor.


***


Burada bir es vererek bilmeyenler için söyleyeyim: Kurt, türeyiş destanının merkezi aktörü, efsanevi bir yaratılış figürüdür. Bu hayvan, Orta Asya’da hayvancılık yapan topluluklar için büyük bir korku nedeniydi. Kurtların gücü, yırtıcılığı ve mesafeli ama sistemli duruşları, bu topluluklarda korkuyla karışık hayranlık, aşkla karışık bir nefret hissi uyandırmış olmalı. Bu devinim yaratan hisler, belli ki ona mistik bir anlam yüklenmesinin başlıca nedeni…


Kurtlara, mitolojik bir figür olarak ilkin eski Çin metinlerinde rastlanıyor. Antik Çin’de, (kimilerinin Türklerle ilişkilendirdiği) Wus-Sunlar için anlatılan efsaneye göre bu topluluk, bir kurt tarafından emzirilmiş olan bir kurucu hükümdardan türer.


Bu türeyiş efsanesinin farklı biçimlerde anlatımları var. Örneğin kurt görünümünde dünyaya bir ışık huzmesiyle inen bir tanrı ile bir prensesin evlenmesi üzerine yeni bir kahraman soyun ortaya çıkması veya zalim bir kavimin saldırısı sırasında elleri ve ayakları kesilip bataklığa atılan bir çocuk ile dişi bir kurdun çiftleşmesinden yeni bir asil soyun ortaya çıkması gibi…


Göktürklerin de kendilerini bu türden bir efsane ile ilişkilendirdiğini biliyoruz. Öyle ki Göktürk bayrağında bir bozkurt (gök börü) yer almasının nedeni de bu. Bu kutsallık, Oğuz Kağan Destanı’nda da kendisine yer buluyor. Oğuz Kağan’ın çadırına giren bir ışıktan çıkan bir kurt ona “Ey Oğuz! Sen Urum (Rum) üzerine yürümek istiyorsun! Ey Oğuz! Ben senin önünde yürüyeceğim!” der ve kurdu takip eden Oğuz Kağan pek çok ülkeye egemen olur. Efsanenin sonradan geliştirilmiş ve uyarlanmış olan İslami (özellikle “Allah’ın Arslanı” Ali ile ilişkili) versiyonları da var…


Oğuz Kağan’ın kendisi Rum topraklarına gelememiş olsa da bu mit (Etrüskler aracılığıyla olduğu söylenir) Roma’ya geliyor. Roma’daki efsaneye göre savaş tanrısı Mars’ın gayrimeşru çocukları olan Romulus ve Remus, bir nehirde öldürülmek istenmiş ama bir şekilde hayatta kalmıştır. Bir çoban tarafından bulununcaya kadar bu iki yetim bebek, dişi bir kurt tarafından emzirilirler ve büyütülürler. İkizler, sonradan emzirildikleri yere dönerler ve Roma şehrini kurarlar.



***


Bu uzunca ara aktarımdan sonra konuya döneyim. Mitlerin uydurma olmasından bahsediyorduk. Bu konunun üzerinde duran Hobsbawm, Geleneğin İcadı’nda iki tür gelenekten bahseder.[2] Biri, ideolojik yönü olmayan teknik gereklerin sonucu olan geleneklerdir. Bunlar hayatta kalmak için gereklidir. Marksizan dille söylersek bunlar altyapıya ilişkindirler. Buna karşılık, bir de yukarıdan üretilen ideolojik gelenekler vardır. Devletin ihtiyaç duyduğu mitler bu kabildendir. Fakat dedim ya, bu yukarıdan üretimler de, toplumun bunu almaya gereksinimi (hatta bir suya susamışlık, yemeğe acıkmışlık gibi zihnen bir mite tutulma ihtiyacına benzer bir gereksinim) olmadan bu türden üretimlerin mayası tutmuyor. Bunlara dönük rıza inşa edilir mi edilir, o ayrı... Fakat böylesi bir diyalektik mevcut ikisi arasında.


Bunun en güzel örneklerinden birini (Hobsbawm göz ardı etmişse de) sanırım az önce bahsettiğim Oğuz Kağan Destanı’nın Osmanlı’daki benimsenmesi öyküsü oluşturuyor.


Şöyle ki Osmanlılar, ilkin bu mitolojiyi pek önemsememişlerse de özellikle Timur’un Anadolu’daki nüfuzunun artması üzerine Türklüklerini hatırlamış ve II. Murad, bir karşı hegemonya hamlesi yaparak Yazıcızâde Ali’ye Osmanlı ailesinin köklerinin Oğuz Kağan’ın soyundan gelen Kayı Boyu olduğunu anlatan bir kitap (bkz. Tarih-i Al-i Selçuk) yazdırtmıştır. Yani Osmanlılarda 15’inci yüzyıla kadar böyle bir anlatım yokken, ondan sonra soyun kökleri Kayı Boyu'na bağlanmış oluyor. Yani bugünlerde (aşağıdaki) işareti moda olan Kayı Boyu'nun Osmanlı ile ilişkilendirilmesi bir masa başı operasyonunun ürünü.[3]

İşin daha ilginç de bir boyutu var. Hilafet Osmanlılara geçtiğinde, Osmanlı karşıtları, Halifenin mutlaka Kureyş Kabilesi ile ilişkilenmesi gerektiği savını ileri sürmüş ve Osmanlıların Kayı Boyu ile kurdukları angajman açığa düşmüştür. Malum: her seçiş bir vazgeçiş… Ne var ki Kanuni Sultan Süleyman bunun üzerine Lütfi Paşa’ya, Osmanlı sultanlarının nasıl olup da Halife olabileceklerini anlatan, yani Max Weber’in deyişiyle “geleneksel meşruluğu” kuran bir eser (Halâsu’l Ümme) yazdırtıyor.

Başlarda cihatla bir ilişkisi olmayan Osmanlıların, sonraları “İslam’ın Kılıcı” olmasına giden politik yolculuk da bu tür mitlerle organize ediliyor.[4]


Yukarıdaki vidoyu izlerken gülümseme nedenim bunları hatırlatmasıydı...


Şimdilik bu kadar. Fakat bu konularda yazmaya devam edeceğim…


SONNOTLAR [1] Georg Jellinek, Allgemeine Staatsrechtslehre, (1900, O. Häring). [2] Eric Hobsbawm ve Terence Ranger (der.), Geleneğin İcadı, (Agora Kitaplığı, 2005). [3] Meraklısı için bkz. Halil İnalcık, Kuruluş: Osmanlı Tarihini Yeniden Yazmak, (Hayykitap, 2010). [4] Osmanlıları kuran yörüklerin cihat ile ilişkisizliği konusunda bkz. Rudi Paul Lindner, Göçebeler ve Osmanlılar, (İmge Yay., 2020).

bottom of page