top of page
  • Yazarın fotoğrafıTolga Şirin

Tekke ve Zaviyeler Yasa Dışı ama Yasayı Uygulayan Yok


Geçtiğimiz hafta gencecik bir yurttaşımız, bir tarikat yurdundaki baskıdan yılarak yaşamına son verdi. Hayatının baharında intihar eden Enes Kara’nın, ardında bıraktığı (kendisini bu yola sürükleyen süreçle ilgili) video, hepimiz için bir utanç vesikası olmalı.


Bu vesikadan çıkaracağımız ders ise en az iki boyutlu. İlki şu: Cumhuriyet, başarılı bir genç için parasız ve uygun konut hakkını kamusal olarak sağlayamamıştır. İkincisi ise şu: Cumhuriyet, bir üniversite öğrencisini, dinsel baskının altında yapayalnız bırakmıştır.


Enes Kara tek değil. Bir koldan dincileşme, diğer koldan piyasalaşma, milyonlarca genci kıskaca alıyor ve tehdit ediyor. Bu tehdidin kesişim kümesinde ise tarikat ve cemaatler yer alıyor. Bu nedenle bu türden yapılara karşı özel bir hassasiyetle yaklaşılması gerekiyor.


Bu hassasiyeti göstermenin birden çok aracı var. Bu yazıda, şimdilik, bir hukuksal araca dikkat çekmek istiyorum: Cumhuriyet’in en eski kanunlarından biri olan 677 sayılı Kanun’a.


677 Sayılı Kanun


Türkiye’de kural olarak bütün kanunlar eşittir. Fakat öyle bazı kanunlar vardır ki Anayasa onlara özel bir statü tanır. Bunlar, inkılap (devrim) kanunlarıdır. Anayasa’da (md. 174), tek tek isim verilerek sayılan bu kanunlara, özel ve sembolik bir değer atfedilmiştir. Bunların Anayasa’ya aykırı sayılması açıkça yasaklanmıştır.


Cumhuriyet’in köşe taşları sayılan; eğitimde birlik, şapka, resmî nikah, harf, soyadı, kılık-kıyafet inkılaplarıyla ilgili olan bu kanunlardan biri, laiklik ilkesi açısından özellikle önem taşır. Bu kanunun tam adı “677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun” biçimindedir.


Kanun, henüz Türkiye resmî olarak laik değilken çıkarıldığı için öncü niteliktedir. Durduk yere de çıkarılmamıştır.


Neden ve Nasıl Çıkarıldı?


Süreç, 1925’in bahar aylarında baskın karakteri şeriatçılık olan Şeyh Sait İsyanı’nın patlamasıyla başlar. Bu olay karşısında ilkin doğudaki İstiklal Mahkemesi, kendi yetki alanındaki tekke ve zaviyelerin kapatılmasına karar verir. Ardından Ankara İstiklal Mahkemesi, benzer bir tedbirin alınması için hükûmete başvurur. Mustafa Kemal Paşa, şu meşhur sözleri o yılın 30 Ağustos günü Kastamonu’da eder:


“Ölülerden medet ummak, medeni bir cemiyet için, lekedir. Efendiler ve ey millet! Biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz. En doğru en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.”

Bu açıklamadan birkaç gün sonra, 2 Eylül günü, bir hükûmet kararnamesiyle tekkeler ve türbeler için kapatma kararı alınır. Ardından Demokrat Parti’nin önde gelen isimlerinden biri olacak Refik Koraltan ile ona eşlik eden Mahmut Nedim Soydan (Siirt), Cevdet Barlas (Kütahya), Ragıp Soysal (Kütahya), Recep Rüştü Soyak (Sinop) ve Mükerrem Karaağaç’ın (Isparta) sunduğu kanun teklifi Meclis’te görüşülmeye başlanır. Kanun’un kapatma gerekçesi, bu mekânlardaki nüfuz sahibi kişilerin konumlarını istismar etmeleri ve masum halkı yoldan çıkarmalarıdır.


Kanun görüşmelerine baktığımızda, kurucu kadroların bu yapılara karşı hayli tepkili oldukları ve oldukça sert bir dil kullandıkları görülür. Milletvekilleri, buraları “fesat kaynağı”, “yılan”, “ilim düşmanı, “emek düşmanı” gibi sıfatlarla tanımlar; “Müslüman alemini yoksulluğa götüren”, “halkı cahilliğe sürükleyen”, “en iğrenç toplumsal olaylara yuva olan” ve “memleketin en buhranlı zamanlarında uğursuz siyasî tahribatlarda bulunan” yerler diye nitelendirirler. Bu görüşmelerde, Cumhuriyet’in diğer Müslüman toplumlara örnek olma motivasyonunun ve heyecanının izleri de görülür. Antalya milletvekili Rasih Kaplan’ın Meclis’tekilere dönük şu sözleri bunun bir örneğidir:


“Bugün bu kanunu kabul ederken milyonlara bağlı olan Müslüman kitlesine karşı bir intibah (uyanış) dersi, intibah devresi veriyorsunuz, onun için şayanı takdirsiniz.”


Akılcılığın topluma egemen olması, bireyselleşmenin (bireyciliğin değil) ve modernleşmenin hayat bulması için büyük önem taşıyan bu kanun teklifi, kimi değişikliklerle 30 Kasım tarihinde Meclis’te kabul edilir, iki hafta sonra Resmî Gazete’de yayımlanır. Böylelikle tekkeler, (küçük tekke anlamına gelen) zaviyeler ile türbeler yasa dışı hâle gelir. Ayrıca şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiplik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve gayıptan haber vermek ve murada kavuşturmak amaçlı nüshacılık da yasaklanır. Kanun’a aykırı hareket edenler için en az üç ay hapis cezası ve para cezası öngörülür.


1949’da şeyh, baba, halife gibi baş mevkilerde olanlar için öngörülen “sürgün” cezası kaldırılır. 1950’de ise, tarihsel amaçlarla türbelerden “Türk büyüklerine ait olanlar ve büyük sanat değeri bulunanlar”ın halka açılması öngörülür.


Bunlardan başka herhangi bir değişikliğe uğramayan kanun, hâlâ yürürlüktedir.


Kanun Uygulanıyor Mu?


Bu asırlık kanun hâlâ yürürlükte olsa da nadiren uygulama buluyor. Uygulandığında da laik işlevlerinin gereğini yerine getirmek için değil, münferit olarak…

Örneğin Yusuf Bozkurt Özal (Turgut Özal’ın kardeşi) örneğinde olduğu gibi kendisini cami bahçesine gömdürtmek veya mezarını bir tür türbeye dönüştürmek isteyenler için bu Kanun biçimsel bir işlev görüyor. Veya internette veya çeşitli mekânlarda kendisini “manevi hekim”, “büyücü”, “muskacı” gibi sıfatlarla tanıtıp bundan gelir elde etmeye çalışanlara, hatta bazen kahve falcılarına bazen de “sahte şeyhler”e (?) karşı -eğer bir fiyasko patlamış veya toplumda tepki hasıl olmuşsa- Kanun’un raftan indirildiğine tanıklık ediyoruz.


Fakat bu türden tali örnekler dışında, Kanun’un gerçekten laik hedeflerine koşut biçimde kullanımına pek rastlamıyoruz. Geçmişte, “çeşitli illere ‘halife’ görevlendirmesi yapıp buradaki kimi evlerde tarikat mensuplarını motive etmek ve tarikata yeni mensuplar kazandırmak amacıyla sohbet ve mevlitler düzenleyerek zikir yapmak” eyleminden ötürü Nazım Kıbrısî gibi şeyhlere yaptırım uygulandığına tanıklık etsek de bundan artık vazgeçilmiş gibidir. İroni şudur ki Kanun, esasen cemevi açmak isteyen Alevilere karşı kullanılmakta; dinsel alanda istismarda bulunan diğer tarikat, cemaat vb. yapılara karşı adeta hayalete dönüşmektedir.


Türkiye’deki Tarikatlaşma/Cemaatleşme


Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin “şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamayacağını” söylemişti. Fakat Cumhuriyet’in 100’üncü yılının arifesindeki gerçeklik ne yazık ki bunu doğrulamıyor.


Kanun, bu yapıları illegal kılsa da; hükûmet, onları eylemli olarak tanıdı ve onlara fiili bir statü tanıdı. O kadar ki 2017 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı, Kanun’u göz ardı ederek 30 kadar cemaati ve tarikatı muhatap aldı ve onlarla bir ön görüşme yaptı. Bu adım, laiklik ilkesine göre hareket etmesi gereken Diyanet İşleri Başkanlığının söz konusu yapılara meşruluk kazandırması anlamına geliyordu. Bundan iki yıl sonra Başkanlığın “gizli” ibareli (fakat basına sızdırılan) raporundan anladık ki devlet onları tanırken özümlemeye çalışıyormuş. Yalanlanmayan bu rapor (Türkiye’deki Dinî-Sosyal Teşekküller, Geleneksel Dinî-Kültürel Oluşumlar ve Yeni Dinî Akımlar Raporu) ve sonrasındaki çalışmalar bir gerçeği de ortaya koydu: Cumhuriyet’in kurumlarının neredeyse tamamı bu yapıların arasında paylaştırılmış ve din temelli çıkar ağlarına bırakılmış.


Anılan kaynaklarda apaçık biçimde görüyoruz ki başta da söylediğim gibi dincileşme, piyasalaşmayla el ele yürüyor. Tarikat ve cemaatlerin her biri, birer devasa holding niteliği taşıyor. Geçmişte hücre tipi örgütlenen bu yapılar bugün birer şirkete dönüşmüş bulunuyor. Durum böyle olunca da hem seçimlerde hem ekonomide hem de devlet yönetiminde göz ardı edilemez birer lobiye dönüşmüş bulunuyor. Ayrıca Kanun’u uygulayacak yargı organlarının pek çok üyesi de bunların tesir alanına giriyor.


Bu gerçek karşısında da 677 sayılı Devrim Kanunu, normatif olarak ters yüz oluyor. Kanun, “herkesin bildiği sır” olan bu yapılara karşı değil, ya Aleviler ya da bu yapılarla bağı bulunmayıp bu unvanları kullanan kişiler için etki doğuruyor.


***


Söz konusu Kanun’un yaptırımları ağır değil. Bunu biliyoruz. Dolayısıyla laikliği korumak için etkili bir gücü yok. Fakat sembolik bir önemi var. Bu nedenle hatırlatılmasının da sembolik bir önemi bulunuyor.


Bakalım kamuoyunun gündemindeki olayda bu Kanun’u hatırlayan olacak mı?


643 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page