top of page
Ara
  • Tolga Şirin

İnsan Hakları Mahkemesinin Selahattin Demirtaş Kararı Hakkında Notlar



Ön Not: Sözleşme'nin 18'inci maddesi konusunda şu metne göz atılabilir.

İnsan Hakları Mahkemesi, Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) eski eş başkanı Selahattin Demirtaş’ın tutukluluk durumuyla ilgili kararını açıkladı. Demirtaş, "Kobane olayları" olarak bilinen şiddet olaylarıyla bağlantılı olarak silahlı terör örgütüne üyelik ve suç işlemeye tahrik suçlarından yargılanıyordu. Karar, Türkiye’nin siyasal gündemine hızla girdi. Kamuoyunca genellikle ihlal sonucunun üzerinde duruldu ve gözler, karara yönelik açıklama yapan siyaslere ve davayı gören Ağır Ceza Mahkemesine döndü. Ancak kararın bir de ihlal bulunmayan yönleri var. Bunların göz ardı edilmemesi gerekiyor.

Birincisi; İnsan Hakları Mahkemesi, Demirtaş hakkında verilen ilk tutuklama kararında hukuksallık yönünden bir sorun olmadığı sonucuna ulaşmıştır. Hatırlanacak olursa, Demirtaş’ın tutuklanmasından önce Anayasa’da değişiklik yapılmış ve 2016 yılı itibarıyla yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin dosyaları bulunan vekillerin dokunulmazlıkları kaldırılmıştı. İnsan Hakları Mahkemesi, bu konuda etraflı bir değerlendirme yapmadığı gibi, Demirtaş’ın milletvekili dokunulmazlığının kaldırılmasının, ilke olarak Sözleşme’ye aykırı olduğunu da kabul etmemiştir. Yani 2016 yılındaki dokunulmazlıkları askıya alan anayasa değişikliğinin, bir bakıma, Strazburg’dan zımnen vize aldığı söylenebilir. Oysa Mahkeme'nin, Anayasa'da "delik" açan bu değişikliği çok daha etraflı tartışması, tutuklu milletvekilleri sorununun önünü sistemli şekilde açan bu değişikliği, hem hukukilik incelemesi hem de 18'inci madde değerlendirmesi bağlamında özellikle ele alması gerekirdi.

İkincisi; bu olayda Demirtaş hakkındaki silahlı terör örgütü üyeliği ve suç işlemeye tahrik suçları yönünden Ağır Ceza Mahkemesinin yaptığı kuvvetli suç şüphesi belirlemesinde de bir sorun görülmemiştir. Bu olayda kuvvetli suç şüphesinin dayanaklarının Sözleşme’nin 5’inci maddesindeki koşullara uygun olduğu söylenmiştir. (Karara yansıdığı kadarıyla örn. - HDP merkez yürütme kurulu adına halkı sokağa çıkmaya davet eden tweetlerin PKK’nın desteklediği politika ve çağrılarıyla uyumlu olması, - PKK üyelerinin hendek kazma ve barikat kurma pratiklerinin “direniş” olarak nitelendirilmesi; - “1984 hamlesi”, “Şemdinli ve Eruh’taki direniş”, “Başkan Apo’nun heykelini dikeceğiz”, Türkiye'deki Kürtlerin varlıklarını PKK tarafından yürütülen silahlı mücadeleye borçlu oldukları vb. söylemler ile bir PKK yöneticisiyle olan telefon konuşması kaydı, Demokratik Toplum Kongesi’nin faaliyetlerine katılma, süregelen soruşturmalar vs.). Yani Mahkeme, Selahattin Demirtaş’ın terör örgütü üyeliği ve suç işlemeye tahrik suçlarını işlediğine dair kuvvetli bir şüphenin varlığının objektif bir gözlemciyi ikna edecek şekilde ortaya konduğunu kabul etmiştir.

Mahkeme’nin bu tespiti, Demirtaş kararını Mehmet Hasan Altan ve Şahin Alpay kararlarından, hatta Erdem Gül ve Can Dündar kararından ayırmaktadır. Anılan olaylarda ağır ceza mahkemelerinin, kuvvetli suç şüphesinin dayanağı olarak gösterdikleri öğelerin, esasen gazetecilik faaliyeti olduğu söylenmişti. Yani ağır ceza mahkemesilerinin “kuvvetli suç şüphesi" belirlemesi kabul görmemişti. Dolayısıyla aslında o olaylarda, süregelen kuvvetli şüphe belirlemesinden ayrı, yeni bir delil bulunmadan verilecek bir mahkûmiyet kararının, ifade özgürlüğünü de ihlal edileceği, dolaylı olarak ilan edilmişti. Oysa Demirtaş kararında böyle bir belirleme yapılmamıştır. Yani Mahkeme, bu delilleri destekleyen başkaca delillerin de bulunması ve/veya suçun sabit görülmesi durumunda Selahattin Demirtaş hakkında verilecek bir ceza hükmünün Sözleşme’yi de ihlal edeceğini zımnen söylemekten imtina etmiştir. Konunun ifade özgürlüğü yönünden ayrıca ele alınmamış olması da bu sonucu pekiştiren bir diğer faktördür.

Bunlar sürpriz değildir çünkü İnsan Hakları Mahkemesi, Türkiye ile ilgili süregelen davalarda, kanunda öngörülen usuli koşullarla ilgili bir sorun oluşmadıkça ve/veya davada tahliye vb. türden bir gelişme yaşanmasından önce, tutmanın hukukiliği (kuvvetli şüphe) yönünden ihlal sonucuna ulaşmakta çekingendir. Bu cesaret, daha çok Anayasa Mahkemesi tarafından gösterilmektedir. Ne var ki bu olayda Anayasa Mahkemesi, bunu yapamadığı için, zaten Strazburg’a dönük böyle bir beklenti de yok gibiydi. Fakat Demirtaş'ın bazı sözlerinin 2016 yılındaki anayasa değişikliğine rağmen varlığını koruyan "yasama sorumsuzluğu" kapsamında olup olmadığı, yasama sorumsuzluğu (AY md. 83/1) ile yasama dokunulmazlığı (AY md. 83/2) arasındaki çizginin nerede başladığı gibi önemli anayasal sorular yanıtsız kalmıştır. İnsan Hakları Mahkemesi, bu denli önem taşıyan anayasal sorunları görmemiş, belki de görmek istememiş gibidir.

Üçüncüsü; bu davada Mahkeme, bu vakanın kendine özel koşulları uyarınca verilen, soruşturma dosyasına erişime dair kısıtlılık kararlarını da silahların eşitliğine, yani savcının ve Demirtaş’ın (avukatlarının) soruşturmaya ilişkin argümanlarını eşit şekilde ileri sürme olanaklarına aykırı saymadı. TBMM'ye sunulan soruşturma raporuna erişimin mümkün olduğunu kaydeden Mahkeme, başvurucuların itirazlarından da dosyanın temel unsurlarına ulaşabildikleri sonucuna vardı.

Dördüncüsü; bu davaya yönelik Anayasa Mahkemesinin hızlı hareket etmemiş olması da Sözleşme’nin (tutukluluğun hukuksallığının süratle incelenmesini öngören) md. 5/4 hükmüne aykırı sayılmadı. Olağan zamanlarda bir ihlal sonucu oluşturabilecek bu sürüncemede kalma durumuna, tıpkı Mehmet Hasan Altan ve Şahin Alpay kararlarında olduğu gibi, Türkiye’nin olağanüstü hâl koşullarına ve Anayasa Mahkemesinin iş yüküne atıfla daha esnek bir şekilde yaklaşılmıştır. Yani olağanüstü hâl koşulları, Demirtaş vakası için de etki doğurmuş, Anayasa Mahkemesi bir defa daha kendisine tanınan etkililik kredisinden yararlanmıştır.

Beşincisi; başvurucunun avukatlarının çeşitli soruşturmalara tabi olması ve bu bağlamda özgürlüklerinden mahrûm bırakılmış olmalarının bir tür korkutma ve bireysel başvuru hakkının etkili kullanımına engel oluşturma niteliği taşıdığı iddiası reddedilmiştir. Mahkeme, avukatlara ilişkin gelişmelerin başvuru ile ilgili olmadığını ve başvuru yapılmasının engellendiğine dair bir delil bulunmadığını söylemiştir. Başka bir deyişle bu iddia da Strazburg önünde dayanaksız görülmüş, karşılık bulmamıştır. Yani Mahkeme, 34'üncü madde ihlalleri için kullandığı geleneksel eşiği, somut olayda 18'inci madde ihlali olduğunu söylemesine rağmen düşürmemiştir.

I- KARARDAKİ İHLAL NEDENLERİ

İnsan Hakları Mahkemesi, Selahattin Demirtaş hakkında kuvvetli suç şüphesinin gösterildiğine ikna olmakla birlikte ihlal sonucuna, öz itibarıyla şu soruyu sorarak ulaşmış görünmektedir: “Türkiye’nin üçüncü büyük partisinin eş başkanlığını yapmış bir milletvekili, kaçma olanağı olmasına rağmen kaçmamış, dolayısıyla tutuksuz yargılanması mümkünken neden tutuklu yargılanıyor?" Bu sorunun etrafında analiz yapan Mahkeme, Türkiye iç hukukunda, sadece kuvvetli suç şüphesiyle tutukluluğun devamı kararı verilemeyeceğinin altını çizmiş ve diğer tutukluluk nedenlerinin olup olmadığını sorgulamıştır.

Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 100’üncü maddesi uyarınca bir kişi hakkında kuvvetli suç şüphesinin bulunması, o kişinin tutuklu kalması için yeterli değildir. Bu kişinin (a) kaçması, saklanması veya kaçacağı şüphesini uyandıran somut olguların olması ve/veya (b) delilleri karartma/manüpüle edeceğine dair kuvvetli şüphelerin de olması gerekir. Ayrıca mahkemelerin böyle bir karar vermeden önce ölçülülük değerlendirmesi yapması ve daha düşük etkisi olan bir tedbir (adlî kontrol) uygulamasının yetersiz kalacağı sonucuna da ulaşması gerekmektedir.

İnsan Hakları Mahkemesi, somut olayda bu koşulların yeterli şekilde gerekçelendirilemediğini ifade etmiştir. Mahkeme, ifade vermeye gelmeme iradesini dokunulmazlığı kaldırılmadan önceki süreçte gösteren, daha önce defalarca kez yurtdışına gidip dönen, TBMM’de en büyük üçüncü siyasi partinin eş başkanı sıfatını taşıyan başvurucunun, ağır bir suçtan dolayı yargılanıyor diye aylara yayılan bir süreç boyunca tutulamayacağını, sadece suçun ağırlığına ve kaçma olasılığına atıf yapan yetersiz gerekçelerle tutukluluğunun düzenli olarak uzatılamayacağını söylemiş; kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşmıştır.

Bu şekilde yeterli bir gerekçe olmadan tutulan ve fakat "ülkenin muhalefet partilerinden birinin lideri olduğu için özel olarak korunması" gerektiği söylenen Demirtaş’ın, milletvekilliği görevini yerine getirememiş olması ise ayrıca serbest seçim hakkının da ihlali sonucunu doğurmuştur.

II- KARARDAKİ ÖZGÜN ÖĞELER

Karar, buraya kadar aktarılanlar yönünden nispeten klasik öğeler içermektedir. Bununla birlikte kararı özgün kılan, en az üç unsur bulunmaktadır:

Birincisi; Mahkeme, Türkiye’nin Sözleşme md. 18'i ihlal ettiğini tespit etmiştir. İnsan Hakları Mahkemesi, şimdiye dek sadece post-stalinist devletlere (Azerbaycan, Moldova, Ukrayna, Rusya, Gürcistan) karşı bu madde yönünden ihlal sonucuna ulaşmıştı. Maddenin Türkiye yönünden ihlali ilk kez yaşanmıştır. Sözleşme’nin 18’inci maddesi, İnsan Hakları Mahkemesinin genellikle bir olayda kuvvetli şüphenin olmadığını söylemekle yetinmeyip bir adım daha giderek, tutma tedbirin, Sözleşme’de yer almayan gizli ticari veya politik vb. nedenlerle yapıldığı sonucuna ulaştığında kullandığı bir maddedir. Bu maddenin ihlal edildiğini söylemek için Mahkeme’nin elinde, kuşku konusunda olduça yüksek bir eşiği aşmış bulunmalıdır. O kadar ki şimdiye kadar sadece bir düzine kararda bu maddenin ihlal edildiği söylenebilmiştir. Bu kararların büyük kısmı son yıllarda verilmiştir.

Aleyhine ihlal sonucuna ulaşılan devlet yönünden epey kaygı uyandırıcı nitelikteki bu maddenin ihlali kararları, aslında o ülkede yargı organlarının bazı kişi veya kurumların baskısıyla hareket ettiğinin ve “yargısal taciz” olarak ifade edilen pratiğin uygulandığının hukuksal bildirimi gibidir.

İnsan Hakları Mahkemesi, geçmişte açıkça somut delillerle yaptığı değerlendirmelerini, son yıllarda siyasilerin açıklamalarına, hükümet yanlısı medyadaki beyanlara ve ülkedeki yaygın politik iklime kadar genişletmiştir. İşte bu genişlemeye dayalı çıkarımlar zincirinin son halkası, Demirtaş kararında görünür olmuştur. Mahkeme, İnsan Hakları Komiseri ile Venedik Komisyonu ve Uluslararası Af Örgütü gibi uluslararası örgütlerin raporlarını dikkate alarak, HDP’nin yönetici isimleri, belediye başkanları ve milletvekillerinin, özellikle siyasal konuşmalarından ötürü tutuklu olmaları, dokunulmazlıkların kaldırılması ve diğer mevzuatın aykırı seslerin bastırılması için kullanıldığına dair belirlemeleri; Demirtaş hakkında çok sayıda soruşturma olmasına rağmen bunlarda çözüm sürecinin sona ermesine kadar hiçbir önemli adım atılmamış olmasını fakat Cumhurbaşkanı’nın “Ben parti kapatılması olayını doğru bulmuyorum. Fakat bu partinin yöneticilerinin bu işin bedelini ödemeleri gerekir diyorum. Fert fert, birey birey.” şeklindeki açıklamasından sonra bu soruşturmaların hızlandığını; (Yargılama sürecinin baştan sonra kötü niyetle yürütüldüğünü kabul etmemekle birlikte) İnsan Hakları Komiseri’nin beyanları çerçevesinde, Türkiye'deki son yıllarda yaşanan siyasal iklimin yargıçlara etki edilebilir bir ortam yarattığını oluşturduğunu ve bu bağlamda yargısal otoritelerin HDP üyelerine dönük sert tepkilerin oluştuğunu kaydetmiştir. Mahkeme bu iddialardan -bunların asılsız olduklarına dair ikna edici bir Hükûmet savı sunulmadığı için- 18'inci madde yönünden bir sonuç çıkarmıştır.

Mahkeme, önemli bir muhalif figür olarak gördüğü Selahattin Demirtaş’ın Cumhuriyet tarihinin en önemli anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında tutuklu kalmasının demokrasiye olan etkilerinin de üzerinde durmuştur. Bu bağlamda başvurucunun, tutuklamaya devam kararlarının kişisel olmayıp siyasal muhalefetin liderlerinden biri olmasından kaynaklandığı yönündeki iddiası kabul edilmiştir. Bu nedenle de meselenin tek bir kişinin ötesinde bütün bir çoğulcu demokratik siyasal sistemle ilgili olduğu ifade edilmiştir. (Bu son nokta, Sözleşme'nin 18'inci maddesine ilişkin içtihatta köklü ve yeni bir açılımdır.). Yani tüm bu verilerden hareketle Mahkeme, Demirtaş’ın tutukluluğuna devam kararlarının politik amacının ağır bastığı sonucuna ulaşmıştır.

Demirtaş kararını önceki kararlardan görece ayrı kılan önemli bir öğe daha bulunmaktadır. Mahkeme, bu tespiti, başvurucu hakkında kuvvetli suç şüphesi vardır dedikten sonra yapmıştır. Yani Mahkeme, aslında “bir yandan bu kişinin suçlu olma ihtimalini göz ardı etmiyorum, hatta duruma göre mahkûm da edilebilme olasılığını dışlamıyorum ama öte yandan Türkiye’nin koşulları ve başvurucunun özgün durumu uyarınca tutuklu yargılanmasında politik bir amaç güdüldüğü sonucuna ulaşıyorum” şeklinde özetlenebilecek bir tutum geliştirmiştir. Bu, Demirtaş kararını, her biri özgün nitelik taşıyan 18’inci madde kararlarından, bir parça daha özgün bir yere taşımaktadır. Öte yandan, önceki kararlarda başvurucuların cezalandırılması veya belli bir davranışa zorlanması söz konusu iken, bu olayda kötü amacın, başvurucuya yönelik değil; topluma ve siyasal iklime yönelerek çoğulculuğu boğmaya ve siyasal tartışma özgürlüğünü sınırlamaya ilişkin olduğuna işaret edilmiştir. Mahkeme'ye göre bu amaç, tutukluluğun düzenli olarak uzatılması yoluyla gerçekleştirilmiştir. Yani bir bakıma, Demirtaş nezdinde Türkiye'nin objektif düzeni ve siyasal iklimi yargılanmış gibidir. (Böyle ağır değerlendirmelerin ilk kez, dirençle karşılanma olasılığı yüksek ve ulusal düzeyde mahkûmiyet kararı çıkma olasılığı yüksek bir vakada yapılmasının yargılama ve önceliklendirme siyasası yönünden yerindeliği ayrı bir tartışma konusudur).

İkincisi; Mahkeme bu olayda sadece ihlal tespitinde bulunmakla yetinmemiş, ayrıca Sözleşme’nin 46’ncı maddesi uyarınca -ağır ceza mahkemesi yeni bir delil ve tutuklama nedeni ortaya koymadıkça (!)- ihlalin ve tutmanın sona erdirilmesi gerektiğini de söylemiştir.

Hatırlanacak olursa, Sözleşme’nin 46’ncı maddesinin uygulanması, en son Şahin Alpay kararında tecrübe edilmişti. Ancak o kararlardan farklı olarak bu olayda, başvurucu hakkında yurt dışına çıkış yasağı konmasında veya özgürlükten yoksun bırakma düzeyine ulaşmayan başkaca adli kontrol tedbirlerine başvurulmasında bir engel bulunmamaktadır.

Üçüncüsü; Yargıç Işıl Karakaş, Mahkeme çoğunluğunun “politik amaçlı tutuklama” tespitine yönelik bir karşı oy yazmıştır. Karakaş, kuvvetli suç şüphesinin ortaya konulamadığının söylendiği Şahin Alpay ve Mehmet Hasan Altan kararlarında dahi yer bulmayan politik amaçlı tutuklama tespitinin bu kararda gündeme gelmesini tutarsız gördüğünü ifade etmiştir. Karakaş’a göre Türkiye’deki mahkemelerin yürütmeden bağımsız olmadığı tespit edilmedikçe geriye kalan tüm belirlemeler spekülasyondan ibarettir.

Bu karşı oyun Türkiye'den gelen yargıç Işıl Karakaş tarafından dile getirilmiş olması önemlidir. Bunun, diğer yargıçlar üzerinde, hukuken olmasa da psikolojik bir etki doğurabileceği düşünülebilir. Karar, tarafların itirazı üzerine Büyük Daire'ye taşınırsa, buradaki yeniden değerlendirmede, bu karşı oyda dile getirilen savlar dikkate alınacaktır. Ayrıca, gelecekte farklı sonuçları tetikleyebilecek bu tespitler, Türkiye ile ilgili gelecekteki yargılamalarda da göz önünde tutulacak niteliktedir.

III- SONUÇLAR VE OLASILIKLAR

Bu karar, Türkiye’deki mahkemelerin, kişileri politik amaçlarla özgürlüklerinden yoksun bıraktıkları yönündeki yayrgın söylemin yargısal olarak tespit edilmesi bakımından önemlidir. Bu denli ağır bir itham karşısında yapısal adımların atılması kaçınılmazdır. Ne var ki kararın, bazı yönlerden güçlü, bazı yönlerden oldukça cılız olduğu da kaydedilmelidir.

Öncelikle, kararda yasama sorumsuzluğu ile yasama dokunulmazlığı arasındaki çizginin hâlâ çizilememiş olduğu görülmektedir. Dahası, 2016 yılında yapılan anayasa değişikliğinin üzerinde yeterince durulmamış olması da ayrıca eleştiriyi hak etmektedir. Bu konuların hukukilik incelemesinde derinlemesine ele alınması gerekirdi.

Karar, şu anda benzer nitelikte yargılamalardaki milletvekilleri vb. kişiler için çok soyut ve genel, (eğer varsa) mahkûm edilmiş milletvekilleri için ise etkisi çok düşük düzeyde belirlemeler içermektedir. Mahkeme'nin özellikle kuvvetli şüphe konusundaki tespitleri kritiktir, hatta başvurucu ve benzer durumdaki kişiler yönünden olumsuzdur. Ancak yine de Türkiye’nin politik iklimi uyarınca, yargıçların baskı altında tutulduğuna ve yargının siyasal amaçlar çerçevesinde aykırı seslerin kısılmasının aracı olarak kullanıldığına dair belirlemeler, teknik olarak spesifik nitelik taşımıyor olsa da, diğer davalarda da dikkate alınmak durumundadır. Ancak bu belirlemelerin yargıçlardan önce siyasilere dönük olduğunu söylemek gerekir. Bu 18'inci maddenin doğasında olan bir özelliktir ve ancak Avrupa Konseyi'nin siyasal organlarının etkinliği ile anlam bulabilir.

Peki, bundan sonra neler olabilir?

Kararın kesinleşmesi ihtimalini esas alarak iki olasılık üzerinde durmak mümkündür.

Birincisi, ağır ceza mahkemesi tahliye kararı verebilir. Bu, anayasal açıdan "olması gereken" seçenektir. Fakat bu olasılıkta, yurt dışına çıkış yasağı ve özgürlükten yoksun bırakma düzeyine ulaşmayan diğer adli kontrol tedbirlerine başvurulmasında bir engel olmadığı düşünülebilir. Zira karardaki 18’inci madde belirlemeleri ile kuvvetli suç şüphesi tespitleri arasında açık bir ilişki kurulmamıştır. Ağır ceza mahkemesi, bu tür bir karar verdikten sonra, davanın hüküm aşamasında, beraat ila mahkûmiyet arasındaki skaladaki karar türlerinden birini verebilir. Bu kararlardan yaptırım içerenlerden birinin tercih edilmesi durumunda, konunun yeniden İnsan Hakları Mahkemesinin önüne gelmesi, olağan hukuk yollarının, yani Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi aşamalarının geçilmesinden sonra mümkündür. Böyle bir durumda ise ihlal tartışması, kural olarak artık kişi özgürlüğü ve güvenlği hakkı yönünden olmayacaktır.

İkincisi, ağır ceza mahkemesi, İnsan Hakları Mahkemesi kararına uymayabilir. Bu, anayasal açıdan sorunlu olasılıktır. İnsan Hakları Mahkemesinin tahliye çağrısına uyulmamasına olanak tanıyan tek ihtimal, kararın bütününde anlatılanlara yanıt verebilecek yeni bir delilin veya dayanağın ortaya sürülmesidir. Bu gerçekleştirilmedikçe, tahliye kararı verilmemesi (konutu terk etmemek yönündeki adli kontrol kararları da dahil olmak üzere) kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının yeniden ihlal edilmesi anlamına gelir. Böyle bir durumda söz konusu gelişmeye reaksiyon gösterecek olan aktör, öncelikle Anayasa Mahkemesidir. İnsan Hakları Mahkemesi, bu olasılığa binaen, kararının hüküm kısmında bir yandan Anayasa Mahkemesine yol göstermiştir, diğer yandan da icap ederse devreye girebilmek adına kendine bir alan oluşturmuştur.

İkinci olasılığın gerçekleşmesi, yani başvuruların tahliye talebininin ağır ceza mahkemesince reddedilmesi durumunda, bir süre sonra mahkûmiyet kararı çıkması yüksek bir ihtimaldir. Bu olsaılıkta artık mahkûmiyet kararına karşı önce olağan hukuk yollarının tüketilmesi, ardından Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunulması ve sonrasında gerekirse İnsan Hakları Mahkemesine başvuru yapılması gerekecektir.

Ancak burada ifade edilen mahkûmiyet kararı olasılıklarına ilişkin öngörüler, olağan zamanlarda verilen olağan kararlar yönünden geçerlidir. Oysa bu karardaki md. 18 ve 46 öğeleri, İnsan Hakları Mahkemesinin içtihadi gelişimine dayalı olarak çok daha özgün pratikler geliştirmesine gebedir. Zira bu karardaki tespitin tek bir kişiyle sınırlı olmayıp bütün bir demokratik sistemle ilgili olması, davayı sübjektif dava olmaktan çıkartıp objektif davaya yaklaştırır gibidir. Bu oldukça önemli ve dikkate değerdir. Strazburg Mahkemesi'nin 18'inci madde içtihadı derinleşecek gibidir.

Ağır ceza mahkemesinin başvurucunun tahliye edilmesi yönündeki belirlemesine uyulmaması, ayrıca başvurucunun 18’inci madde bağlamında yaptığı tespitlerini karşılamayan bir gerekçe ile mahkûm edilmesi, Strazburg organlarının (geçici tedbir dahil) özgün içtihadi açılımlarının önünü açabilir. Ancak burada öncelikli ve kritik rol, Anayasa Mahkemesine düşmektedir. Dolayısıyla önce derece mahkemelerinin ama esasen Anayasa Mahkemesinin, özelikle 18'inci madde bağlamında yapılan tespitleri olumlu karşılaması gerekir. Yani Türkiye'yi böyle bir lekeden kurtaracak olan yine yargıçlardır. Bu ise çatışmacı değil, uyumlaştırıcı yorumla mümkündür.

Son olarak, bu kararın bir de cezasızlık sorununa bakan bir yönü olduğu unutulmamalıdır. Şöyle ki Türkiye'nin 6-8 Ekim olayları sırasında hayatını kaybeden kişiler yönünden etkili soruşturma ve cezasızlık sonucunu giderme yükümlülüğü de bu tartışmanın berisinde dikkate alınmayı beklemektedir. Nitekim Kobane olayları sırasında hayatını kaybeden ve bedeni tanınmayacak hâle gelen 16 yaşındaki lise öğrencisi Yasin Börü’nün davasında Ağır Ceza Mahkemesi kararının, Demirtaş kararıyla aynı zamanda verilmiş olmasının, sadece sembolik değil aynı zamanda siyasal ve hukuksal da bir anlam taşıdığı unutulmamalıdır.

bottom of page