top of page
Ara
  • Tolga Şirin

AYM'nin ve Derece Mahkemelerinin Yetki Kesişimi Tartışması: Kişi Özgürlüğü ve Güvenliği Hakkı Öz


1

Hepimizin malumu, Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) Şahin Alpay kararı[1] oldukça etraflı bir tartışma başlattı. Bu tartışma bir süre daha devam edecek gibi görünüyor. Aktarılanlara göre AYM'nin kararının tartışma haritası, Twitter'da tam olarak şu şekilde bir görüntü sunuyormuş:[2]


Bu denli tartışmalı olan bir kararı herkesin okumadığından eminim. Okumak isteyenler, şu linke tıklayabilir.

Söz konusu tartışmaların benzeri, geçmişte AYM’nin Erdem Gül ve Can Dündar kararı[3] bağlamında da yaşanmıştı. O karara da şu linkten ulaşılabiliyor.

Biz de dün, Kerem Altıpamak ile sosyal medya üzerinden de mesele üzerine yazıştık. Tartışmaya biri eski, diğeri yeni iki AYM raportörü de katıldı. Ancak bir tür “münazara”ya dönüşen ve saatler süren bu tartışma için sosyal medya ortamının uygun değildi. Bu gerçek karşısında birbirimizi doğru anlayamadığımız ve tartışmanın farklı yerlere saptığı konusunda mutabık olduk. Bu nedenle, orada yazılanları birlikte silme kararı aldık.

O tartışmayı da kapsayan fakat ayrıca ondan bağımsız olarak, gündemdeki tartışmalara ilişkin bazı notlarımı ise bugün burada blog yazısı olarak aktarmayı düşündüm. Notlarımı bazı sorulara yanıt vererek aktaracağım. Bunun yanında, bir de bazı olasılıkları, deneme türünde not almıştım. Bunları da yazının en son kısmında paylaşacağım.

1-) Anayasa Mahkemesi, Kişiye Özgü Önceleme mi Yapmaktadır?

Anayasa Mahkemesine (AYM) yönelik eleştirilerden ilki, Mahkeme’nin önünde binlerce dava varken, bazı davaları öne çektiğine ve başvuruları önceliklendirirken kişiye özgü ve sübjektif yaklaştığına yönelik. Bu eleştiride haklılık, bazı noktalardan var, bazı noktalardan yok.

Haklılık payı, bu konudaki kriterin net şekilde düzenlenmemiş olmasındadır.

Anayasa Mahkemesinin önüne gelen bireysel başvuruların inceleme sırası, AYM’nin İçtüzüğü’nün 68’inci maddesinde düzenlenmiştir. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM) İçtüzüğü'nden mülhem bu hükme göre:

“Bireysel başvurular, geliş sırasına göre incelenerek karara bağlanır. Ancak Mahkeme, başvuruların konuları itibarıyla önemini ve aciliyetini göz önünde bulundurarak belirlediği kriterler çerçevesinde farklı bir inceleme sıralaması yapabilir.”

Bu madde uyarınca ana kuralımız, bireysel başvuruların, geliş sırasına göre incelenmesidir. Fakat anılan hüküm, bu kurala -şarta bağlı- iki istisna getirmiştir:

(a) Başvurunun önemli olması,

(b) Başvurunun karara bağlanmasının aciliyet gerektirmesi.

Bunların uygulanmasının ön-şartı ise Mahkeme’nin anılan istisnaların uygulanmasına yönelik kriterleri önceden belirlemiş olmasıdır.

AYM’nin, bavşuruları incelerken bir süredir bazı kriterler uyguladığı bilinmektedir. Ancak bu kriterler, benim görebildiğim kadarıyla alenileştirilmemiş ve açıkça ilan edilmemiştir. Zaten tam da bu nedenle AYM'nin keyfî hareket ettiğine dair eleştiriler ileri sürülüyor. Ben, Mahkeme'nin içtihatlarına baktığımda, bu kriterlerin keyfî olduğunu peşinen kabul edemiyorum fakat kriterlerin aleni hâle getirilmemiş olmasına yönelik eleştirileri haklı görüyorum.

Diğer yandan, bu eleştirilerde belli ölçüde haksızlık payı da var. Şöyle ki “önemlilik” ve “aciliyet” unsurları, insan hakları hukuku yönünden tamamen muğlâk değildir. Anayasal bir sorunun ilk kez Mahkeme'nin önüne gelmiş olması; ağır insan hakları ihlallerine (örn. yaşam hakkı, işkence yasağı) ilişkin ciddi iddiaların bulunması, sorunun özgünlüğü veya niceliksel açıdan belli bir yığılmaya denk düşmesi gibi nedenler “önemli” kavramının içeriğini dolduran öğelerden bazılarıdır.

Aslına bakarsak AYM, görevi gereği, her olayda başvurunun önem durumunu incelemek durumundadır. Nitekim AYM Kanunu’nun 33’üncü maddesinde de ifade edildiği gibi:

“Komisyonlar, önlerindeki bir başvurunun Anayasanın uygulanması ve yorumlanması veya temel hakların kapsam ve sınırlarının belirlenmesi açısından önem taşıyıp taşımadığının, başvurucunun önemli bir zarara uğrayıp uğramadığının tespiti ve başvurunun çözümünün bir ilke kararını gerektirmesi veya alınacak kararın Mahkeme tarafından verilmiş başka bir karar ile çelişebilecek nitelikte olması hâllerinde kabul edilebilirlik hususunu karara bağlamadan başvuruyu ilgili Bölüme gönderirler.”

Öte yandan Mahkeme’nin tersten, yani “önemsizlik” belirlemesi yapmak konusunda da yetkisi vardır. Kanun’un 48’inci maddesine göre;

“Mahkeme, Anayasanın uygulanması ve yorumlanması veya temel hakların kapsamının ve sınırlarının belirlenmesi açısından önem taşımayan ve başvurucunun önemli bir zarara uğramadığı başvurular ile açıkça dayanaktan yoksun başvuruların kabul edilemezliğine karar verebilir.”

Önemlilik konusu Kanun’un farklı maddelerinde (örn. AYM Kanunu md. 26, 81) de ifade edilmiştir. Hâl böyleyken AYM'nin “önemlilik” belirlemelerini -açıkça veya zımnen- içtihadı ile ördüğü ve öreceği açıktır. Dolayısıyla bu kriterde kategorik bir sorun yoktur.

Aciliyet unsuru yönünden de durum benzerdir. Mesela AYM Kanunu’nun 73’üncü maddesinde ifade edilen geçici tedbir kararının, eşyanın tabiatı gereği aciliyet ile ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Bu hükme göre:

“Başvurucunun yaşamına ya da maddi veya manevi bütünlüğüne yönelik ciddi bir tehlike bulunduğunun anlaşılması üzerine, Bölümlerce esas inceleme aşamasında gerekli tedbirlere resen veya başvurucunun talebi üzerine karar verilebilir.”

Bu bakımdan, mesela, geri dönülemez zararlar ortaya çıkabilecek durumların aciliyet taşıdığı söylenebilir.

***

Bu genel ve mevzuat aktarımı niteliğindeki açıklamaları bir tarafa bırakırsak, önem ve aciliyet kriterinin gündemdeki konu açısından da bir anlamı olduğunu söylememiz gerekir. Kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı, kural olarak ve yapısı gereği, kişilerin, özgürlüklerinden yoksun kaldıkları sırada ihlal edildiğini ileri sürdükleri bir haktır. Bu hakkın sonradan ihlal edildiğinin belirlenmiş olması, kişilerin özgürlüklerinden yoksun kıldıkları zamanı geri getirmeyecektir. Bu yönden, kararın verilmesinin gecikmesi durumunda, ihlal belirlemesinin anlamı kalmayabilir. Dolayısıyla bu yöndeki başvuruların belli ölçüde önem ve aciliyet taşıdığı söylenebilir.

Bunun yanında, meselenin daha teknik bir boyutu daha vardır. Sözleşme’nin 5’nci maddesinin 4’üncü fıkrası, etkili başvuru hakkına nazaran özel (lex specialis) bir hüküm getirmiştir. Bu hükme göre:

"Yakalama veya tutulma yoluyla özgürlüğünden yoksun kılınan özgürlüğünden yoksun kılınan herkes, tutulma işleminin hukuka uygunluğu hakkında süratle karar verilmesi ve eğer tutulma hukuka aykırı ise, serbest bırakılması için mahkemeye başvurma hakkına sahiptir.”

Söz konusu hükümdeki “süratle” (speedy) ifadesi, konumuz yönünden kritiktir. Sözleşme’ye taraf devletler, tutuklanan kişilerin, tutukluluk durumlarının kanuna uygunluğuna ilişkin itirazlarını süratle inceleme yükümlülüğü altındadırlar. Bu yükümlülük, sadece derece mahkemelerinde değil, aynı zamanda (daha esnek de olsa) Anayasa Mahkemesi için de geçerlidir.

İHAM, kendisine yapılacak başvurularda, öncelikle olağan hukuk yollarının tüketilmesi gerektiğini söylemektedir. Ancak İHAM, bununla kalmaz, söz konusu yolların "etkili" olması gerektiğini de ekler.

Peki nedir etkililik? İHAM, "etkililik" kavramını ise Sözleşme’nin 13’üncü maddesindeki “etkili başvuru hakkı” ile bağlaşık şekilde algılar. Etkili başvuru hakkı, genel olarak hukuk yoluna başvuru hakkını güvence altına almaktadır. Buna karşın, burada sözü edilen yani Sözleşme md. 5/4'te yer alan hak, münhasıran “özgürlüğünden yoksun bırakılan kişilerin” başvuru hakkını güvence altına almaktadır. Yani “etkili başvuru hakkı” genel bir güvence getirmektedir, md. 5/4'te ise daha özel bir güvenceden (lex specialis) bahsetmekteyiz.[4]

Tutmanın hukukiliğinin incelenmesine ilişkin gecikmeler, hukukilik incelemesi yapan organa başvuru yolunun etkili bir hukuk yolu olmasının önünde de engel oluşturabilir. Yani daha açık söylemek gerekirse, tutmanın hukukiliğinin incelenmesi için öngörülen bir yolun, madde 5/4’ün amacı olan “süratli” olmaktan çıkması durumunda o yolun tüketilmesine gerek yoktur.[5]

Bu belirleme, tutuklama ve tutuklamanın devamı kararlarına karşı yapılan anayasa şikâyetleri için de geçerlidir.[6] İnsan Hakları Mahkemesi, geçmişte verdiği çok sayıda kararda, çeşitli ülkelerdeki anayasa mahkemelerinin, tutmanın hukukiliği incelemesinde hataya düştüğü hâllerde, madde 5/4’ün ihlal edildiği sonucuna ulaşmıştır.[7] Örneğin Hađi v. Hırvatistan kararında Hırvatistan Anayasa Mahkemesi, önüne gelen tutukluluğun hukukiliğine yönelik itirazla ilgili bireysel başvuru hakkında 34 günde vermiştir. İHAM, bu olayda, ulusal hukukta “süratle karar verilmediği” tespitinde bulunmuştur.[8] Yine İHAM içtihatlarına göre, bir başvuru yapılmasından karar verilmesine kadar geçen ortalama sekiz haftanın, prima facie, “süratle” kavramı ile uyumlu olduğunu söylemek zordur.[9]

Türkiye’de, Sözleşme’nin 5’nci maddesinde yer alan haklar da dahil olmak üzere Sözleşme’de yer alan haklarından birinin ihlal edildiğini düşünen bir kişi, kural olarak, Sözleşme’nin 35’nci maddesi uyarınca, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 148’nci maddesindeki bireysel başvuru yolunun tüketmek zorundadır.[10] Ancak bu yolun ulaşılabilirlik ve etkililik özelliklerini yitirmesi durumunda, tüketilmesini beklemeye gerek yoktur. Sözleşme'nin md. 5/4 hükmü yönünden bu yolun etkili sayılması ise, tutmanın hukuksallığı hakkında “süratle” karar verilmesine bağlıdır. Üstelik, Strazburg organlarının, özgürlüğünden mahrum bırakılan kişilerin tekrar başvuru yapabilme imkânlarının olmasını, hâlihazırda yapılmış olan başvuruların süratlice karara bağlanma zorunluluğunu ortadan kaldırmadığı yönündeki tespiti de dikkate alındığında; bir defa süratli olmaktan çıkmış olan bir bireysel başvuru incelemesinin, sonradan başvurucu lehine bir karar verilse dahi ihlali ortadan kaldırmayacağı da akılda tutulmalıdır.[11]

Yani bu kararlardan hareketle denebilir ki, Sözleşme md. 5/4, bünyesinde aciliyeti barındırır. Bunun yanında, meselenin bir de ifade özgürlüğü boyutu vardır. İfade özgürlüğü, demokratik toplum düzeninin olmazsa olmazıdır. Bu hak, demokratik toplum düzeni yönünden özel bir öneme sahiptir. Eğer somut olayda başvurucuların birtakım “ifadelerinden” dolayı tutuklanmaları söz konusu olmuş ise, bu durumda ifade özgürlüğünün önemi ile kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının önemi kesişmekte, bu tür davaların çok daha öncelikli incelenmesi gerekli hâle gelmektedir.

Zaten bu nedenledir ki İHAM, yakın zaman önce Mahkeme İçtüzüğü’nün 41’nci maddesi uyarınca belirlediği “Öncelik Politikası”nı güncelleştirmiş, bu konuya netlik kazandırmış ve ifade özgürlüğü ihlali iddiası da içeren kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının ihlal edildiği iddialarının öncelikli incelenmesini öngörmüştür.[12] Mahkeme'nin yeni öncelik politikası şu şekildedir (Türkçeye çevirmeye üşendiğim için kusura bakmayınız):


Bu liste uyarınca, insan hakları hukuku yönünden “tutuklu gazeteciler” konusunun öncelikli incelenmesi bir gerekliliktir. Başka bir deyişle bu konudaki önceliklendirme politikası, İHAS md. 5/4’ün bir gereği olduğu gibi, genel olarak pozitifleştirilmiş öncelik kriterlerinin de bir gereğidir. Yani somut olayda, söz konusu başvuruların önceye çekilmesi anlaşılır bir durumdur.

Buna karşın “tutuklu gazeteciler” kategorisinin, kendi içindeki sıralama konusunda ise muğlâklık varlığını korumaktadır.

2- Anayasa Mahkemesi, Derece Mahkemesinin Yetki Alanına mı Girmiştir?

Anayasa Mahkemesine yönelik eleştirilerden bir diğeri de AYM'nin derece mahkemesinin yetki alanına girdiğine yöneliktir. Bu eleştiriler, derece mahkemelerince de benimsendi, hatta daha ileri gidilerek AYM’nin “yetki gaspı” yaptığı gibi belirlemeleri de beraberinde getirdi.

Kural olarak idare hukukuna özgü bir kavram olan yetki gaspı, idareye tamamen yabancı veya idare adına irade açıklamaya yetkili olmayan bir kimse tarafından yapılan işlemler bulunduğunda ortaya çıkan bir yetki sakatlığını ifade eder.[13] Yetki gaspının sonucu “mutlak yokluk”tur. Acaba AYM’nin kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı ile ilgili kararlarında bu türden bir sonuca ulaşılabilir mi? Bu önemli ve dikkate değer bir sorudur.

Öncelikle sorunu netleştirelim.

Bir kişinin tutuklanması ve tutukluluğunun devamına karar verilmesi derece mahkemelerinin yetkisi içindedir. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 100’üncü maddesi bu konudaki kriterleri şöyle ortaya konulmuş durumdadır:

“(1) Kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin ve bir tutuklama nedeninin bulunması halinde, şüpheli veya sanık hakkında tutuklama kararı verilebilir. İşin önemi, verilmesi beklenen ceza veya güvenlik tedbiri ile ölçülü olmaması halinde, tutuklama kararı verilemez.(1)

(2) Aşağıdaki hallerde bir tutuklama nedeni var sayılabilir:

a) Şüpheli veya sanığın kaçması, saklanması veya kaçacağı şüphesini uyandıran somut olgular varsa.

b) Şüpheli veya sanığın davranışları;

1. Delilleri yok etme, gizleme veya değiştirme,

2. Tanık, mağdur veya başkaları üzerinde baskı yapılması girişiminde bulunma,

Hususlarında kuvvetli şüphe oluşturuyorsa. (…)”

Anılan kriterlerin somut olayda bulunup bulunmadığını tespit etmek ceza mahkemelerinin işidir. Bu noktada bir tartışma yoktur.

Konunun bir de anayasal boyutu bulunuyor. Anayasa’nın 19’uncu maddesinin 3’üncü fıkrası de şu şekildedir:

“Suçluluğu hakkında kuvvetli belirti bulunan kişiler, ancak kaçmalarını, delillerin yokedilmesini veya değiştirilmesini önlemek maksadıyla veya bunlar gibi tutuklamayı zorunlu kılan ve kanunda gösterilen diğer hallerde hâkim kararıyla tutuklanabilir. Hâkim kararı olmadan yakalama, ancak suçüstü halinde veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde yapılabilir; bunun şartlarını kanun gösterir.”

Bu hükümde görüldüğü gibi, AYM’nin de tutuklanan kişiye ilişkin “suçluluğu hakkında kuvvetli belirti” bulunup bulunmadığını, tutuklama tedbirinin “kaçmalarını, delillerin yokedilmesini veya değiştirilmesini önlemek maksadıyla” yapılıp yapılmadığını ve tutuklamanın bir “zorunluluk” olup olmadığını inceleme yetkisi vardır. Bu da çok açık bir konudur.

Burada bir not düşelim: AYM’nin böyle bir yetkinin olmadığını söylemek, AYM’nin Anayasa’nın 19’uncu maddesinin 3’üncü fıkrası yönünden denetim yapamayacağını söylemek anlamına gelir. Böyle bir şey söylemenin normatif dayanağı olamaz. Bu konuda kanımca bir tartışma olmaması gerekir.

Bu konularda tartışma olmasa da, bu iki gerçek yan yana geldiğinde tartışma çıkmaktadır. Şöyle ki CMK’nın 100’üncü maddesi ile Anayasa’nın 19’uncu maddesinde bir kesişim vardır. Bu kesişim uyarınca iki mahkemenin de benzer kriterler yönünden denetim yapacağı görülüyor. Acaba burada yetkiler yönünden bir çatışma mı çıkmaktadır? Her iki mahkeme de aynı kriterlerle aynı denetimi yapacak ise Anayasa Mahkemesi bir tür "dördüncü derece yargı organı" veya "Süper Temyiz Mahkemesi"ne mi dönüşmektedir? Bu sorunun yanıtını peşinen verelim: Hayır![14]

Anılan bağlamda, iki inceleme/yetki kesişir görünse de, aslında mahkemelerin inceleme yöntemleri arasında bir fark vardır. Bu farkı veya sınırları ortaya koymak her zaman kolay değildir. Philip Kunig'in ifadesiyle burada bir "sınır hattı" olduğu bile düşünülebilir. Ne var ki, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı yönünden "sınırın çizgileri" yine de bellidir. Derece mahkemeleri, somut olayda önüne gelen ve dosyaya sunulan bulguları inceler ve bu bulgulara dayanarak bunların bir kısmının delil olduğu sonucuna ulaşır. Ardından delillere dayanarak kuvvetli suç şüphesinin olup olmadığı değerlendirmesi yapar. Bu çerçevede sanığın kaçması veya saklanması şüphesini uyandıran somut olguların, delilleri yok etme, gizleme veya değiştirme, tanık, mağdur veya başkalarının üzerinde baskı yapma olasılığının kuvvetli kuşku yaratıp yaratmadığını, tutukluluğun ölçülü olup olmayacağını değerlendirir ve bu muhakeme sonucunda tutuklama/tutuklamaya devam kararı verir veya vermez. Eğer tutuklama gerekliliği sonucuna ulaşılmış ise ceza mahkemelerinin görevi burada bitmez. Ceza mahkemeleri, bu tutukluluk koşullarının bulunduğunu, basmakalıp olmayan, somut olayla “ilgili ve yeterli” şekilde gerekçelendirmek zorundadırlar.

İşte AYM’nin yetkisi de tam olarak burada devreye girer. Mahkeme, ceza mahkemelerinden farklı olarak, dosyadaki bulgular üzerinden bir değerlendirme yapmaz. AYM, mahkemelerin karar gerekçelerine odaklanır, mahkemelerin delil olarak gördüğü bulgular ile kuvvetli suç şüphesi arasındaki bağın nasıl kurulduğunu inceler. Eğer bu gerekçede, kuvvetli suç şüphesine yönelik ilgili ve yeterli gerekçelendirme yapılamamış ise bu durumda ihlal kararı verir.

Toparlayacak olursak, ceza mahkemeleri somut olayda, dosyanın içeriğindeki bulgulardan delil olarak gördüklerinden hareketle kuvvetli suç şüphesi olup olmadığını inceler. Anayasa Mahkemesi ise tutuklama/tutuklamaya devam kararının gerekçesinden hareketle ceza mahkemelerinin kuvvetli suç şüphesi tespitinin ilgili ve yeterli şekilde ortaya konulup konulmadığını inceler. Eğer derece mahkemesi bunu ortaya koyamamışsa AYM ihlal kararı verir. Olması gereken budur. Bu, Anayasa'nın 19'uncu maddesinin ve anayasal yetki bölüşümünün bir gereğidir.

3- Söz Konusu Durum “Dünyanın Hiçbir Yerinde Yok” Mu?

Türkiye’de bir olgu veya durum eleştirilirken sık kullanılan kalıplardan biri, söz konusu olgu veya durumun “dünyanın hiçbir yerinde olmadığı” kalıbıdır. Oldukça iddialı bu kalıbın kullanılmasından önce dünyanın çeşitli yerlerine bakmakta yarar var. Bu bakımdan ilk bakılacak yer İHAM içtihatları olabilir. İHAM içtihatlarına bakıldığında ise anılan kalıbın bu bağlamda geçerli olmadığı görülür.

İnsan Hakları Mahkemesi çeşitli davalarda, tutukluluk için sözleşmedeki ifadeyle “makul şüphe” merceğinden denetim yapmıştır. Türkiye ile ilgili bir davadan örnek vermek gerekirse; bunlardan Ayşe Yüksel ve diğerleri v. Türkiye kararı oldukça ileri adım atılan bir karardır. Bu olayda başvurucular Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) yöneticisi ve üyesidirler. 1989 yılında kurulan ve genç kadınların eğitimi amacını taşıyan Dernek, bugüne kadar, üniversite öğrencileri de dâhil olmak üzere binlerce öğrenciye burs vermiştir. Derneğin çalışmaları, uluslararası düzeyde en az on üç ödüle layık görülmüştür. Dernek, siyasi alanda, Mustafa Kemal Atatürk’ün ilkeleri ile uyumlu bir toplum meydana getirmeyi amaçlamaktadır ve laiklik ilkesine sıkı sıkıya bağlıdır. Derneğin kurucusu olan Türkan Saylan, 2007 yılında düzenlenen büyük Cumhuriyet Mitingleri’nin organizatörleri arasında yer almıştır. Mitinge katılanlar, iktidar partisini, Devletin kurumlarında İslam’ın yerini güçlendirmeyi istemekle suçlamışlardır. İhtilaf konusu bu mitinglerin bazı organizatörleri “Ergenekon” ceza soruşturması kapsamında tutuklanmıştır.[15] Somut olayda başvurucular, bu soruşturma kapsamında gözaltına alınmış, başvurucu Ayşe Yüksel ise bir süre tutuklu kalmıştır. Bu olayda İnsan Hakları Mahkemesi, “şüphe” konusundaki tespitlerini, Hükûmetin görüşleri ile İstanbul Emniyet Müdürlüğünün konuyla ilgili yazısı, başvurucuların ifade tutanakları, iddianame ve Anadolu Ağır Ceza Mahkemesinin kararı gibi farklı unsurların bütünü ışığında yapmıştır. Buna unsurlara dayanan Mahkeme, şüphenin dayanağı olan olayların; başvurucuların, Ergenekon davasında yargılanan bazı sanıklarla birlikte ÇYDD için veya ÇYDD yararına etkinliklere ve bazı siyasi gösterilere katılmaları olduğunu tespit etmiştir. Mahkeme buradan hareketle, şüphenin makullüğüne ilişkin şu tespitte bulunmuştur:

“Derneğin bazı üyelerinin de yasadışı bir örgüte üye olduğu, öte yandan Derneğin burs verdiği bir kişinin, başka bir yasadışı örgüte üye olduğuna dair hakkında şüphe duyulduğu yönündeki iddialar, objektif bir gözlemciyi, başvuranların yasadışı bir örgüte üye olma suçunu işlemiş olabilecekleri konusunda ikna etmek için yeterli olarak değerlendirilemez.”[16]

Bu tespitten hareket eden Mahkeme, dosyada aleyhlerine sunulan delillerin bir kısmının sahte olduğu anlaşılan ve haklarında sonradan beraat kararı verilen başvurucuların özgürlükten yoksun bırakılmalarının dayanağı olan kuşkunun (Sözleşme'nin lafzı uyarınca) “makul olmadığı” sonucuna ulaşmış ve ihlal kararı vermiştir.[17] İlginçtir, o dönemde İnsan Hakları Mahkemesi'nin yetki gaspı yaptığı söylenmemiştir.

Burada bir ilginç durumu daha aktaralım. Mahkeme, sadece bununla da kalmamaktadır. Mahkeme, örneğin Sözleşme’de geçen “kişinin suç işlediğinden şüphelenmek için makul kuşku bulunduğu” sözcüğündeki “suç” kavramı yönünden dahi, eğer şartları varsa, kimilerince bir tür tipiklik incelemesi olarak görülen bir denetime dahi girişebilmektedir. Buna iyi örnek, Loukanov v. Bulgaristan kararıdır.[18] Bu olayda başvurucu eski bir milletvekili, bakan, başbakan yardımcısı ve başbakandır. Başvurucu hakkında, kendisinin ve partisinin iktidarda olduğu dönemde ön yargılı yaklaşımlarla bazı gelişmekte olan ülkelere yardım ve kredilerle yardım sağlayarak, ülkenin ekonomik potansiyelini dramatik şekilde olumsuz etkilediği ve ülkeyi ödenmesi güç borçlara soktuğu gerekçesiyle soruşturma açılmıştır. Soruşturmanın dayanağı ise Ceza Kanunu’nundaki “kamu görevlisinin, idaresi bünyesinde yapması emredilen faaliyetin icrasında veya idaresinin mülkiyetindeki para veya malvarlığında ihmalkârlıkla ulusal ekonomi veya ilgili hizmet yönünden dezavantaj yaratan önemli bir maddi zarara neden olması” ve “kamu görevlisinin, görevini yerine getirmeyen veya yetkilerini kendisi ya da üçüncü kişi yararına veya başkalarının zararına önemli bir maddi zarar yaratacak şekilde kötüye kullanması” suçlarıdır. Başvurucu, bu suç isnadına dayanılarak tutuklanmıştır.

İnsan Hakları Mahkemesi, bu olayda öncelikle, konuyla ilgili içtihadını hatırlatmıştır. Bu içtihada göre Avrupa sisteminde, ulusal hukukun yorumlanması ve uygulanmasında öncelikli yetki ulusal makamlarda, özellikle de mahkemelerdedir fakat madde 5’te olduğu gibi Sözleşme'nin doğrudan iç hukuka atıf yaptığı durumlarda, kanuna uygunluk koşulu Sözleşmeci devletlerin yükümlülüklerinin ayrılmaz parçasıdır ve bundan dolayı Mahkeme, bu bağlamda ulusal makamların kanuna uygun hareket edip etmediklerini denetleyebilir. Somut olayda Mahkeme, başvurucuya atfedilen suçun dayanağı olan eylemin Bulgar Hükûmeti'nin, gelişmekte olan ülkelere para yardımı yapması ve borç verilmesi kararlarının parçası olması olduğunu kaydetmiştir. Bununla birlikte Mahkeme, söz konusu eylemin, tutuklamanın dayanağı olan Ceza Kanunu hükümlerine girmediği, ayrıca bu konuda başvurucunun kendisine tanınan yetkileri aştığını gösteren herhangi bir delilin sunulmamış olduğu sonucuna ulaşmıştır. Yani Mahkeme, bu olayda “makul şüphe”nin veya kaçma/delilleri kararma olasılıklarının bulunup bulunmadığı incelemesine dahi girmeden, isnadın dayanağı olan suç ile başvurucunun eylemi arasında uyum olmadığı gerekçesiyle ihlal kararı vermiştir.[19]

Bu kararların, şimdi ve gelecekte sağlıklı bir tartışma için hatırda tutulmasında fayda vardır.

Anayasa Mahkemesi’nin İhlal Kararı Kendiliğinden Tahliye Sonucu Doğurur Mu?

Türkiye’de yargı pratiği de dahil olmak üzere sık düşülen yanılgılardan biri de AYM’nin kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı yönünden bir ihlâl kararı vermesi durumunda bu ihlal kararının otomatikman tahliye sonucunu doğurmasıdır. Bu iddiayı ben kural olarak doğru bulmuyorum. Ana kural, ihlâl kararının otomatikman tahliye sonucunu doğurmamasıdır. Ne var ki, bu konuda istisnalar da yok değildir fakat öncelikle ana kuralın üzerinde duralım.

Kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı, yapısı gereği bünyesinde çok farklı unsurlar barındıran bir haktır. Sözleşme'nin yaşayan bir belge olmasından ötürü sınırlı sayıda olmayan bu unsurlardan örnekleme yapmak gerekirse, özgürlüğünden yoksun bırakılan kişinin bilgilendirme hakkı, derhal hâkim önüne çıkartılma hakkı, tutukluysa makul sürede salıverilme hakkı, özgürlükten yoksun bırakmaya karşı başvuru hakkı, tazminat hakkı bu madde kapsamındaki haklardan bazılarıdır.

Bu unsurlardan herhangi birinin ihlali, otomatikman tahliyeyi gerektirmez. Derece mahkemeleri, ilgili ihlali gidererek bir sonuca ulaşabilirler. Örneğin madde hükümlerine kişiye hakkındaki suçlamalar kısa sürede ve anladığı bir dilde yapılmamışsa ve bu nedenle bir ihlâl kararı verilmiş ise; bu durum, kendiliğinden tahliye sonucu doğurmayabilir. Böyle bir durumda ihlal, tazminat ödenerek ve ihlâle neden olan eksikliklerin tamamlanması yoluyla giderilebilir. Benzer şekilde, kişinin derhal yargıç önüne çıkartılmaması durumunda da bu ihlâl, tazminatı gerektirmekle birlikte, zorunlu olarak tahliye sonucunu doğurmaz. İhlâl kararından sonra gereğinin yapılması, somut olayın koşullarına göre değerlendirilir. Benzer durum tutmanın hukukiliğinin süratle incelenmemesi vb. örneklerde de geçerlidir.

Buna karşın bazı durumlarda ihlal kararı, tahliyeyi zorunlu kılabilir. Örneğin kanun, tutukluluk için bir azami süre öngörmüş ve bu sürenin aşılması söz konusu olmuş ise; böyle bir durumda artık “kanuna aykırı tutma” söz konusu olduğu için tahliye kaçınılmazdır. Ancak bu olasılıkta bile, fiili olarak tek seçenek tahliye değildir. Şöyle ki bu ihlal kararının verildiği aşamada hüküm kurulmuş olursa, artık kişi serbest bırakılmayacaktır.

Bunların yanında, İnsan Hakları Mahkemesi, bazı hâllerde kişinin serbest bırakılması yönünde adım atılmasına hükmedebilir. Oldukça istisnaî olan bu gibi hâllerde, tahliyenin zorunlu olduğunu söylemek gerekir. Strazburg organlarının içtihatlarını düşündüğümde benim hemen aklıma Assanidze v. Gürcistan kararı geliyor. Bu olayda başvurucu, eski bir milletvekilidir. Gürcistan Yüksek Mahkemesinin beraat kararı vermesinden sonra 3 yıl daha Acaristan özerk bölgesinde tutulu kalmaya devam etmiştir. Hükûmet, bu konuda hukuksal ve siyasal adımlar atmış olsa da başarılı olamamıştır. Bu olayda İnsan Hakları Mahkemesi, başvurucunun tutulmasının keyfi olduğu ve bu nedenle Sözleşme’nin md. 5/1 ve md. 6/1 hükümlerinin ihlal edildiği sonucuna ulaşmıştır. Bu olayda Mahkeme, kararının hüküm kısmında, sorumlu devletin “başvurucunun mümkün olan en kısa sürede serbest bırakılmasını sağlamasına” da hükmetmiştir.[20]

Benzer nitelikteki Ilaşçu ve diğerleri kararında da başvurucu, Moldova’da 1991 yılında bağımsızlığını ilan eden fakat uluslararası toplum tarafından tanınmayan Transdniestria’da burada kurulan bir mahkemenin verdiği karara binaen tutulmaktadır. Bu olayda da Mahkeme, ihlâl sonucuna varmış ve hüküm kısmında benzer türden (başvurucunun serbest bırakılması yönünde) bir belirlemeye yer vermiştir.[21] Bu türden bir diğer karar ise meşhur Yakışan v. Türkiye kararıdır. Söz konusu davada başvurucu yaklaşık 13 yıldır yargılanmaktadır ve 11 yıl 7 aydır tutukludur. Mahkeme, bu olayda 12 bin Euro tazminatın yanında “ihlalin sonlandırılması için davanın en hızlı şekilde sonra ermesi gerektiğine” de hükmetmiştir.[22]

Konunun kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkıyla doğrudan ilgili olmayan fakat ifade özgürlüğü bağlamında bir mahkûmiyetin gündeme geldiği Fetullayev v. Azarbeycan kararında ise Mahkeme, öncelikle taraf devletlerin, ihlali gidermek ve başvurucuların ihlalden önceki durumunu temin etmek konusunda yükümlülüğünü ve bu yükümlülük çerçevesinde kullanabileceği araçları seçmekte serbest olduğunu kaydetmiştir. Bununla birlikte Mahkeme, somut olayda Sözleşme'nin 46’ncı madde hükmü uyarınca, ihlalin gideriminin nasıl sağlanacağı konusunda bizzat belirlemede bulunmuştur. Söz konusu davada başvurucunun yazdığı yazıların, mahkûm olmasını gerektirecek bir durum yaratmadığını tespit eden Mahkeme, tespit edilen durumun doğası gereğince başvurucunun derhal serbest bırakılmasının güvence altına alınması gerektiğini ifade etmiştir.[23]

İHAM’ın, kararında veya hüküm kısmında bu tür bir belirlemde bulunması, AYM yönünden de geçerli olan bir yetkidir. AYM Kanunu’nun 50’nci maddesinin 1’inci fıkrasına göre:

“Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir (…)”

Yani AYM, kararının hüküm kısmında “sanığın derhal tahliye edilmesi için gerekenin yapılması” türünden bir ifadeye yer vermek ve derece mahkemesine yol göstermek yetkisine sahiptir.

Bunun yanında, AYM’nin, somut olayın koşullarına göre, “tedbiren tahliye” kararı vermesi de mümkündür. AYM geçmişte Fatih Hilmioğlu kararında bu türden bir “tedbire ilişkin ara karar” vermiştir.[24]

Şimdi Şahin Alpay kararına dönecek olursak, bu olayda AYM kararının hüküm kısmında, tahliye yönünde bir ifadeye yer vermemiştir. Öte yandan AYM “tedbiren tahliye” şeklinde bir karar da vermemiştir. Dolayısıyla bu konuda da prensip olarak ana kural geçerlidir. AYM’nin ihlâl kararı vermiş olması, kural olarak, kendiliğinden tahliye kararını getirmez.

Ne var ki, durum soyut olarak böyle olsa da fiili durum, aksi sonucu doğurabilir. Söz konusu olayda AYM, Ağır Ceza Mahkemesinin tutuklama ve tutuklamaya devam kararlarındaki gerekçeye odaklanmış ve sadece gazete yazılarından ibaret olan bulguların kuvvetli suç şüphesinin delili olarak gerekçelendirilmiş olduğunu tespit etmiştir. Bu tespitten hareket eden Mahkeme, tutuklama tedbirinin dayanağının Anayasa’nın 19’uncu maddesinin 3’üncü fıkrasında yer alan "suça dair kuvvetli belirti" koşuluna uygun şekilde ortaya konulmamış olmasının ihlal yarattığını söylemiştir.[25]

Bu durum karşısında derece mahkemesinin önünde iki seçenek vardır: (a) İlgili ve yeterli gerekçeyle tutuklamaya devam kararı vermek, (b) tahliye kararı vermek.

Birinci seçeneğin uygulanması için, Ağır Ceza Mahkemesinin daha önceki tutuklama ve tutuklamaya devam kararlarında ifade etmediği başkaca delillerin mevcut olması gerekir. Türkiye pratiğinde mahkemeler, ihsas-ı rey yasağı uyarınca kendilerini kuvvetli suç şüphesi sonucuna ulaştıran birçok delili gerekçelerine yansıtmamakta ve şüphe belirlemelerini somutlayamamaktadırlar. Eğer somut olayda, dava dosyasında bu türden bir delil varsa; derece mahkemelerinin, sahip olduğu kuvvetli suç şüphesini, bu deliller ile bağlantısını kurarak, ilgili ve yeterli gerekçeyle açıklamaları ve bu yolla tutukluluğa devam kararı vermeleri mümkündür. Bu bakımdan ceza mahkemelerine düşen iş, AYM’nin kararının niteliğini ve varlığını tartışmak değil, olayda bu koşulların olup olmadığını denetlemektir. Söz konusu dava devam ettiği için, ayrıca dosyanın içeriğine vakıf ve davanın tarafı da olmadığımız için bu konuda bir belirleme yapamayız. Dünkü "sosyal medya tartışması"nda da defalarca söylediğim gibi bu, doktrinin veya siyasetçilerin işi değildir. Bu yöndeki belirleme yetkisi, derece mahkemesindedir.

Ancak bu olasılıkta, sadece kararda ifade edilen gazete yazılarına dayanarak kuvvetli suç şüphesi belirlemesi yapma olanağı, eşyanın tabiatı gereği yoktur. Dosyada, kararda zikredilen mevcut delillerin dışında bir delil bulunmuyorsa ve/veya eldeki bulgular ile kuvvetli suç şüphesi tespiti Anayasa'ya uygun şekilde yapılamıyorsa; bu durumda geriye tahliye dışında bir seçenek kalmayacaktır.

Anayasa Mahkemesi’nin Kararına Yönelik Yokluk Kararı Verebilir Mi?

Anayasa Mahkemesinin kararlarının “yokluk” ile malul olduğuna karar verilebileceği görüşü, geçmişte doktrinde ileri sürülmüş bir görüştür.[26] Çok daha önce de, 1961 Anayasası’nın hazırlık sürecinde ve devam eden yıllarda doktrinde, yokluk kararı bağlamında olmasa da, hukukunun dinamizm kazanması ve yargının yargıdan da bağımsız olabilmesi adına, yüksek mahkemelerin –özellikle içtihadı birleştirme kararlarının- mutlak bağlayıcı olmaması gerektiği ileri sürülmüştür.[27] Ancak doktrinde ve meclis çalışmalarında ileri sürülen bu görüşler uygulamada karşılık bulmamıştır. Türkiye’de geçerli olan norm, Anayasa Mahkemesinin kararlarının yasama, yürütme ve yargı organlarını bağladığı yönündedir. Bugün de doktrinde (hem AYM’nin tespitleri yönünden hem de AYM kararları yönünden) yokluk kararının, çözülmesi imkânsız sorunlar ortaya çıkabileceğine işaret edilmiştir. Ayrıca, idari yargıda yokluk, basit ve apaçık sakatlıklar için öngörülmüşse de anayasa yargısı yönünden basit ve apaçık sakatlıklardan bahsedilemeyeceği söylenmekte ve yokluk kararlarına karşı mesafeli bir duruş sergilenmektedir.[28]

Gerçi yokluk kararı verilmesi için kanunların özel olarak bir yetki tanıması gerekli değildir. Bir işlemin oluşması için gerekli olan kurucu unsurların bulunmadığı, her makam tarafından tespit edilebilir fakat bu tespit, daha çok idari işlemler ile ilgilidir. Yargı kararı yokluğu, hukukumuza yabancıdır. Somut olayda da bu türden bir durumun varlığı -konuya yukarıdaki açıklamalar çerçevesinde bakıldığında- gerçekçi görünmemektedir. Buna karşın, öyle ya da böyle, ağır ceza mahkemesinin kararı da resmî bir karardır. Katılsak da katılmasak durum budur. Bu bağlamda söylenebilecek şey, mahkemeler arası diyaloğun yapıcı şekilde sürmesi, özellikle siyasi figürlerin bu yargısal diyaloga olabildiğince az müdahil olması olabilir.

Sonuç Yerine Olasılıklar

Şimdi bu notları paylaştıktan sonra Türkiye’deki mevcut durumla ilgili notlarımı paylaşmak istiyorum. Bence bu olayda en az beş müstakbel olasılık bizi bekliyor.

Birinci olasılık, Ağır ceza mahkemelerinin yakın gelecekte tahliye kararı vermesidir. Bu durumda anayasal çatışma, derinleşmeden sonuçlanmış olur.

İkinci olasılık, Ağır ceza mahkemelerinin yokluk kararlarına binaen AYM'nin veya İHAM'ın yeni bir ihlal kararı vermesidir. Bu ihlal kararı, özellikle İHAM yönünden kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının yanında mahkeme kararının icra edilmemesi nedeniyle bir başka ihlal (genel olarak adil yargılanma hakkının ihlalini gerektiren bu durum, kişi özgürlüğü ile ilgili müdahalelerde aynı madde içinde ele alınır) belirlemesini de içerebilir. Bu olası ihlal kararının da gereğinin yapılması ve yapılmaması olasılıkları mevcuttur.

Üçüncü olasılık, AYM, Anayasa Mahkemesi Kanunu'nun 50/1 hükmü uyarınca ihlal kararının hüküm kısmında “tahliye için gereğinin yapılmasına” türünden bir belirlemede bulunmasıdır. Bu durumda, AYM kararının nasıl icra edileceği açıklık kazanmış olur. Buna karşın derece mahkemesinin benzer türden bir karar verme olasılığı hâlâ mevcuttur.

Dördüncü olasılık, Ağır Ceza Mahkemesinin yakın bir gelecekte hüküm vermesidir. Eğer söz konusu hüküm, mahkûmiyet yönünde olursa, bu hüküm, davayı kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının dışına çıkartabilir. Zira uzun tutukluluk bağlamında kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı, “hükmen tutukluluk” durumları için uygulama bulmamaktadır. Hâl böyleyken, hükümden sonraki aşamalardaki durum, artık adil yargılanma hakkı, suç ve cezaların kanuniliği gibi haklar ile ilgili olacaktır. Bu hakların ihlali iddiasının AYM önüne taşınması ise olağan hukuk yollarının tüketilmesinden sonra mümkündür. Bu da başvurucuların bir süre daha özgürlüklerinden yoksun bırakılacakları anlamına gelir. Böyle bir durumda ise, AYM’nin ve/veya İHAM’ın Fathullayev v. Azarbeycan kararında olduğu gibi bir belirleme yapması olasılık dâhilindedir.

Beşinci olasılık, Ağır Ceza Mahkemesi’nin yakın bir gelecekte hüküm vermesi, fakat bu hükmün AYM veya İHAM tarafından hâlâ kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkıyla ilişkili görülmesidir. Şöyle ki; bir defa mahkûmiyet kararı verilmiş olursa artık bu karar, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı ile ilgili görülmez. Ancak İnsan Hakları Mahkemesi, Sözleşme’nin 5/1(a) hükmü kapsamında yapacağı değerlendirmelerde, ulusal makamların yaptığı yargılama sürecini kapsamlı bir şekilde ve adil yargılanma hakkının tüm unsurları (örneğin geniş anlamda avukata erişim hakkını[29]) içerecek şekilde incelemeyeceğini ifade etmişse de[30], bunun sınırını “adaletin bariz şekilde yok sayılması” (flagrant denial of justice) durumu ile, başka bir deyişle adil yargılanma hakkı kapsamındaki öğelere açıkça (manifestly) aykırı durumlar ile çizmiştir.[31] Örneğin Stoichkov v. Bulgaristan davasında, yurtdışındayken gıyabında yapılan bir yargılama sonrasında hakkında hapis cezası verilen başvurucu ülkesine döndüğünde cezaevine konmuştur. Yeniden yargılama talebinde bulunan başvurucunun bu talebi reddedilmiştir. Mahkeme, yeniden yargılama talebinin reddi aşamasından sonraki hapislik durumunu, adil yargılanma hakkı güvencelerine açıkça aykırı bir mahkûmiyet kararına dayanmasından ötürü kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı kapsamında bir ihlal olarak görmüştür.[32] Benzer şekilde Gumeniuc v. Moldova davasında başvurucu, hakkındaki trafik para cezasını ödemediği için gıyabından yapılan bir yargılama sonrasında 30 gün hapis cezasına mahkûm edilmiştir. Bu davada Mahkeme, söz konusu yargılamaya ilişkin başvurucuya bildirim yapıldığına ilişkin herhangi bir emarenin bulunmadığını, dolayısıyla başvurucunun söz konusu yargılama sürecinde kendisini savunamadığını dikkate alarak, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı kapsamında ihlal kararı vermiştir.[33] AYM’nin veya İHAM'ın böyle bir belirleme yapması da, bazı tartışmaları bünyesinde barındırsa da olasılık dâhilindedir.

Kuşkusuz hukukta olasılıklar tükenmez. İki hukukçu yan yana geldiğinde en az üç görüş ortaya çıkar. Gelecekte neler yaşanacağını ise hep beraber göreceğiz. Ancak tüm bu yazılanlardan sonra bir sonuç yazmak ve bir öneri getirmek gerekirse, hâlihazırda değiştirilmesi için hazırlıklar yapılan AYM Kanunu'nda, AYM kararlarının icrası konusunda açık bir hükmün düzenlenmesi gerektiğini söyleyerek bitirebilirim.

DİPNOTLAR

[1] Şahin Alpay başvurusu, AYM, 2016/16092, 11/01/2018.

[2] Çalışma için bkz. https://twitter.com/AnayasayaDair

[3] Erdem Gül ve Can Dündar başvurusu, AYM, 2015/18567, 25/02/2016.

[4] Bkz. K. A. başvurusu, §115.

[5] Sabeur Ben Ali v. Malta, İHAM, 35892/97, 29/06/2000, § 40; Kadem v. Malta, § 53.

[6] Zubor v. Slovakya, İHAM, 7711/06/06, 06/12/2011, §73.

[7] Çok sayıda karar içinde bkz. Sabeur Ben Ali v. Malta, §42; Smartana v. Çek Cumhuriyeti, İHAM, 18642/04, 27/09/2007, §132; Zubor v. Slovakya, §87-91; Stephens v. Malta (2), İHAM, 33740/06, 21/04/2009; Fesar v. Çek Cumhuriyeti, İHAM, 76576/01, 13/11/2008, §§68-70; Getoš-Magdić v. Hırvatistan, İHAM, 56305/08, 02/12/2010, §106.

[8] Hađi v. Hırvatistan, İHAM, 42998/08, 01/07/2010.

[9] E. v. Norveç, § 64; Sabeur Ben Ali v. Malta, § 38.

[10] Hasan Uzun v. Türkiye, İHAM, 10755/13, 30/04/2013,

[11] Starokadomskiy v. Rusya, İHAM, 42239/02, 31/07/2008, § 85; Malofeyeva v. Rusya, İHAM, 36673/04, 30/05/2013, § 84.

[12] Bkz. http://www.echr.coe.int/Documents/Priority_policy_ENG.pdf

[13] Burada kastedilenin yetki tecavüzü veya ağır ve bariz yetki tecavüzü olduğu da düşünülebilir. Zira yetki tecavüzü bir idari makamın diğer bir idarî makamın yetkili olduğu bir konuda veya yerde işlem tesis etmesi demektir. Burada idareye yabancı bir kişi yoktur, bu kişi esas itibarıyla idare adına irade açıklamaya, yani işlem tesis etmeye yetkildir. Ancak bu kişi, yetkili olduğu konuda ve yerde değil, bir başka konuda ve yerde işlem yapmaktadır. Bkz. Kemal Gözler, İdare Hukuku, C. I, (Bursa: Ekin Yay., 2009), ss. 818 vd.

[14] Bu konu Alman Anayasa Mahkemesi ve İHAM içtihatları bağlamında farklı yönlerden tartışılmıştır. Almanya bağlamında bkz. bkz. Robert Alexy et. al., Verfassungsrecht und einfaches Recht - Verfassungsgerichtsbarkeit und Fachgerichtsbarkeit, (Berlin/New York: De Gruyter, 2002); Strazburg yönünden bkz. Lech Garlicki, "Supreme Courts versus Supreme Courts”, International Journal of Constitutional Law, Volume 5, Issue 1, 2007, ss. 44–68.

[15] Ayşe Yüksel ve diğerleri v. Türkiye, İHAM, 55835/09 55836/09 55839/09, 21/05/2016, §§ 6-8.

[16] Ibid., § 56.

[17] Ibid., §§ 57-59.

[18] Loukanov v. Bulgaristan, İHAM, 21915/93, 20/03/1997.

[19] Ibid., §§ 40-46.

[20] Assanidze v. Gürcistan, hüküm § 14.

[21] Ilaşçu ve diğerleri v. Moldova ve Rusya, İHAM, 48787/99, 08/07/2004, hüküm § 22.

[22] Yakışan v. Türkiye, İHAM, 11339/03, 06/03/2007, hüküm § 4.

[23] Fatullayev v. Azarbeycan, İHAM, 40984/07, 22/04/2010, §§ 171-177.

[24] Fatih Hilmioğlu başvurusu, 2014/648, 20/01/2014 (Tedbire ilişkin ara karar).

[25] Şahin Alpay başvurusu, § 103.

[26] Bkz. “Yok’a Destek”, Gazete Vatan, 17/06/2010.

[27] Bu konudaki görüşlerden bazıları için bkz. Erdoğan Teziç, Anayasa Hukuku, (İstanbul: Beta Yay., 2016), s. 91 ve oradaki atıflar.

[28] Kemal Gözler, Anayasa Hukukunun Genel Teorisi, C. II, (Bursa: Ekin Yay., 2011), s. 836.

[29] Bkz. Hammerton v. Birleşik Krallık, İHAM, 6287/10, 17/03/2016, §§ 107-121.

[30] Drozd ve Janousek v. Fransa ve İspanya, İHAM, 12747/87, 26/06/1992, § 110.

[31] Ibid., §110; Ilaşcu ve diğerleri v. Moldova ve Rusya, İHAM, 48787/99, 08/07/2004, § 461; Stoichkov v. Bulgaristan, İHAM, 9808/02, 24/03/2005, § 58.

[32] Stoichkov v. Bulgaristan, §§ 58-60.

[33] Guemeniuc v. Moldova, İHAM, 48829/06, 16/05/2017, § 25.

bottom of page