top of page
Ara
  • Tolga Şirin

Barış İçin Akademisyenler Olayı ve Kanunilik İlkesinin Tahribatı



Alman hukuk felsefecisi Bernhard Rehfeldt, “Hukukun Kökleri”[1] isimli kitabında, tasarımlı kanun yapma faaliyetini, insanlığın bütün icatları içinde, etkileri ateşin ve barutun bulunuşunu bile aşan, en önemli icat olduğunu söyler. Rehfeldt’e göre, kanun koyma fenomeninin bulunuşuyla birlikte, insanların kaderi, artık kanunu koyanların eline ve insafına teslim edilir hale gelmiş ve bir bakıma, “haklıyı haksız kılabilme sanatı” da icat edilmiştir. Bu keyfiyet, özellikle baskıcı rejimlerin elinde oyuncak olmuşsa da, Aydınlanma çağının yarattığı düşünsel iklimde, sanayi ve Fransız devrimlerinin itkisiyle, görece bir güvenceye dönüşebilmiştir.

Bu güvencenin ismi kanunilik ilkesidir. Kökeni, demokrasi prensibine dayanan bu ilkenin mantığı bellidir: Demokrasi, eğer halkın yönetimi ise, iktidara malını (vergi), emeğini veya bedenini sunanlar, bunların nasıl kullanılacağı konusundaki karar sürecinde de söz sahibi olmalıdırlar. Modern zamanların temsili demokrasilerde halk, vekillerini seçer; insanların iktidara sundukları malın, canın ve emeğin nasıl kullanılacağı ve organize edileceği konusunda temsilcileri aracılığıyla karar alır. Bu kararlar olmadıkça kimsenin yetki kullanamayacağı kabul edilir. Adı ister Kral, Padişah veya başkan olsun, ister rektör, yargıç veya komisyon başkanı olsun, kamusal güçle icraî iş yapanların her tülü işlemlerinde, yetkilerinin esas sahibi halkın aldığı karara dayanmaları kabul edilir. İşte modern zamanda bu kararın adıdır kanun. Yeni motto da bellidir: “Kanun yoksa yetki yoktur, yetki yoksa keyfilik vardır.” Bu düstur, kanun koyacakların “haklıyı haksız kılabilme” olasılığına karşı, modern hukukun ve iktidarın keyfi olmamasını anlatan anayasalcılığın getirdiği, soyut da olsa, asgari bir güvencedir. Hatta bir ülkede bir anayasanın olup olmadığı sorusunun ilk turnusollerindendir ve anayasal düzenin belkemiğinde yer alır.

Türkiye’de de kanunilik, ilk Osmanlı anayasasından günümüze, anayasal düzenin olmazsa olmazıdır. “Yürürlükteki” 1982 Anayasası’nda da düzenlenmiştir. Anayasa’nın 8’inci maddesine göre “yürütme yetkisi ve görevi Anayasa ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.” Anayasa’nın 13’üncü maddesine göre “Temel hak ve özgürlükler (…) ancak kanunla sınırlanır.” Anayasa’nın 123’üncü maddesine göre “İdare, kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve kanunla düzenlenir.” Yani anayasal düzende, kâğıt üzerinde olsa bu ilke geçerlidir.

Gerçekte ise, bir süredir hukuk düzeninin bu belkemiği, Aydınlanmadan mülhem “milli irade” söylemi ağızlardan düşmemesine rağmen, ivme kazanmış şekilde aşındırılıyor. İnsan ilişkilerine ve toplumsal yapıya müdahaleler, temsilcilerin müzakerelerine ve kararlarına, yani kanuna dahi dayanmadan, yürütmenin kararları (kararnameler, kanun hükmünde kararnameler, anayasa hükmünde kararnameler) yoluyla gerçekleştiriliyor. Böyle olunca da keyfilik daha görünür oluyor, modern öncesi dönemin kurumsallaşmış “haklıyı haksız kılma” pratiği yeniden olağanlaşıyor. Liberal hukukun özüne, retorik ile de olsa, dayanma ihtiyacı duyulmuyor.

Buna ilişkin sayısız örnek mevcut. Fakat ben bu yazıda, “kanunilik” sorununa, gündemdeki Barış İçin Akademisyenler olayı bağlamında dikkat çekeceğim; çünkü bu olayda, söz konusu sorun, zincirleme bir hal almış durumda.

Barış İçin Akademisyenler Olayı

Bu yazıyı okuyanların malumu; Barış İçin Akademisyenler olayı, 11 Ocak 2016’da, 2015-2016’da Diyarbakır'da yaşanan çatışmalar, operasyonlar ve sokağa çıkma yasaklarına yönelik 1128 akademisyenin imzasıyla yayımlanan bir imza metni ve ardından yapılan siyasi ve idari açıklamalar ile sonrasındaki yaptırımlar ile ilgili. Bu olayın Türkiye tarihinde kalıcı izler bırakacağı ve uzunca bir süre tartışılmaya devam edeceği açık. Olayın siyasi yanı bir tarafa, hukuksal yönden temel tartışma, haklı olarak, ifade özgürlüğünün sınırlarına odaklandı; buna karşın olayda ısrarla su yüzüne çıkan kanunilik sorunları, yer yer göz ardı edildi. Oysa kanunilik ilkesi yönünden, en az dört noktada çok açık sorun vardı.

Bir: Üniversitelerin Açıklamaları

İmza metninin yayımlanmasından bir süre sonra çok sayıda üniversite, internet sitelerinde bu metne yönelik kınama açıklamaları yayımladılar.[2] Bu açıklamalarda imzacı kişilerin kişilik haklarına etki edecek cümleler de kullanıldı ve bunlar hâlâ bazı internet sitelerinde duruyor. Altını çizelim, bu açıklamalar kişisel değil, kamusal. Hâl böyle olunca da bu açıklamalara, kanunilik merceğinden bakılması gerekiyor ve şu sorular kaçınılmaz oluyor: Kamu gücü kullanan ve tüzel kişilik sahibi üniversitelerin yaptıkları bu açıklamalar, idari işlem midir? Eğer böyleyse, idarenin bu işlemlerinin kanuni dayanağı nedir? Yani halkın vergileriyle çalışan tüzel kişilerin, herhangi bir kanuni dayanak olmaksızın, halkın bir kısmının hakkına etki edecek işlemler tahsis etmeleri ve diledikleri açıklamaları yayımlamaları mümkün mü? Eğer böyleyse, üniversitelerin bir sünnet düğünü, rektörün üst komşusu ile olan ihtilafı veya bir futbol maçında hakemin gösterdiği bir kırmızı kart hakkında da açıklama yayımlamamalarının önünde ne gibi bir engel vardır?

Bu tür sorular karşılaştırmalı hukukta da sorulmuş ve bazı yanıtlar verilmiştir. Örneğin Almanya’da, Hindistan kökenli bir meditasyon hareketi olan Osho hareketine, çok sayıda gencin katılması üzerine, dönemin Gençlik, Aile ve Sağlık Bakanı, bu grubun “zararlı” olduğunu ve “sahte din” niteliği taşıdığını söyleyen bir basın açıklaması yayımlamıştır. Bunun üzerine Osho hareketi temsilcileri, Bakanlığın yaptığı bu açıklamaların kanuni dayanağını tartışma konusu haline getirmişlerdir.[3] Bu tartışmada Alman literatüründe kabul gören görüş, bu tür açıklamaların ikiye ayrılması gerektiği yönündedir: (1) İdarenin, kamu hizmetinin görülmesi veya kamuoyunu aydınlatmaya yönelik bilgilendirmeleri, idari kurumların anayasal yetkilerine içkindir. Buna karşın (2) temel haklara müdahale niteliği taşıyacak etiketleme veya açıklamalar ise bu yetkilere içkin değildir. Bu nitelikteki açıklamalar, kanuni dayanağa muhtaçtır. [4]

Bu sorulara, Türkiye kaynaklarını taradığımızda da yanıtlar buluyoruz. Örneğin Danıştay, bir davada, Sağlık Bakanlığının internet sitesinde yayımlanan, tam gün kanunu uyarınca doktorların ne zamandan itibaren muayene açabileceklerine ilişkin basın bildirisini, tüm doktorlar üzerinde sonuç doğuran bir idari işlem olarak görmüştür.[5] Yani Danıştay’a göre de icraî etkili olan internet sitesi açıklamaları idari işlemdir ve icrai işlemler kanuni dayanak taşımalıdır. İşte Barış İçin Akademisyenler olayında böyle bir dayanak yoktur. Kamu tüzel kişiliğini haiz bazı üniversiteler, kanuni dayanak taşımaksızın temel hak müdahalesinde bulunmuşlardır.

İki: Disiplin Cezaları

Barış İçin Akademisyenler bildirisine imza atan kişilerin bir kısmına disiplin cezaları verildi. Bu cezaların içerik itibarıyla hukuksallığı ayrı bir tartışma konusu; fakat bundan önce ortada bir kanunilik sorunu mevcut. Şöyle ki; 2014 yılında YÖK Kanunu’nda getirilen bir hükümle, öğretim elemanlarının hangi fiillerine, hangi disiplin cezasının uygulanacağının, disiplin işlemlerinin ve disiplin amirlerinin yetkilerinin, YÖK tarafından düzenleneceği ifade edilmişti. Konu, AYM önüne taşındığına ise Mahkeme, kişilerin temel haklarına müdahale niteliği taşıyan disiplin cezalarının, kanunla değil, idarenin kararıyla netleştirilecek olmasını Anayasaya aykırı görmüş ve hükmü iptal etmişti.[6] İptal hükmü, 7 Ocak 2016 tarihinde yürürlüğe girdi. Yani bu tarihten sonra verilecek disiplin cezaları, yeni bir kanun hükmü çıkartılıncaya kadar kanuni dayanaktan yoksun hale geldi. TBMM bu süreçte herhangi bir yeni kanun hükmü getirmediği için, anılan tarihten sonraki disiplin işlemleri kanuni dayanaktan yoksun oldu. Buna karşın, Barış İçin Akademisyenler olayında, kanuni dayanağı olmamasına rağmen yetki kullanan disiplin kurulları oluştu ve bu kurullar, bazı akademisyenlere disiplin cezaları verebildi. Bu kararlar, Anayasa’ya aykırıdır. AYM’nin kararına rağmen yetki kullanımı, bu kararın yok sayılması anlamına gelir. Bu, bir hukuk devleti krizi yaratmıştır.

Üç: Kararname İhraçlarının Dayanağı Olan Fişleme Faaliyetleri

“Barış İçin Akademisyenler” olayının sorun taşıyan bir diğer boyutunu da son dönemdeki OHAL KHK’lerine dayalı ihraçlar oluşturuyor. Feray Salman ve Aysel Ergün’ün hazırladığı bir çalışmaya göre; 20 Temmuz 2016-31 Aralık 2016 tarihlerini kapsayan 5,5 aylık dönemde toplam 87 bin 346 kişi kamu kurumlarından ve meslekten çıkarıldı. Aynı dönemde 109 üniversiteden 3850 akademisyen, 3659 yargıç ve savcı, 7152 asker ihraç edildi.[7] Hâlâ artmakta olan bu sayılar, devasa bir yekûne karşılık geliyor ve bunların bir kısmı, imzacı akademisyenleri kesiyor.

Söz konusu ihraçlardan sonra haklı olarak bütün dikkatler, OHAL KHK’lerinin denetimine odaklandı. Oysa burada göz ardı edilen şey, OHAL KHK’lerinin arka planındaki idari işlemlerdi. Çünkü OHAL KHK’lerinde isimleri bulunan kişilerin isimleri, kararnameyi yayımlayanların zihinlerinde kendiliğinden malum olmuyor. Birilerinin bu listeleri hazırlaması ve Ankara’ya göndermesi gerekiyor. İşte bu listeleme veya daha açık ifadeyle fişleme faaliyeti, idari işlemdir. Şu hâlde, OHAL KHK’lerinde yer alan isimler, kaçınılmaz olarak bir idari işlem sonucunda belirleniyor. Bu noktada işe şu sorular kaçınılmaz oluyor: Bu fişleme faaliyetini kim yapmaktadır? Nasıl yapılmaktadır? Hangi kriterlere dayanılmaktadır? Ne kadar süreyle yapılmaktadır ve yapılacaktır? Keyfiliğe ve kötüye kullanımlara karşı hangi denetim ve koruyucular geçerlidir?

Bu sorulara kanuna dayalı net bir yanıt verilmediğinde keyfilik kaçınılmaz. Bir üniversitede ders vermek ve kanunun öngördüğü idari işleri yapmakla yetkili bir öğretim üyesi veya temizlik işleriyle meşgul bir müstahdem de, acaba keyfine göre bir listeleme yapabilecek midir? Böyle olunca da, tam da Cumhurbaşkanlığı düzeyinde ifade edildiği gibi “at izinin it izine karışması”[8] kaçınılmaz olmaz mı?

Bu durum, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM) tarafından da defalarca kez yinelenmiştir. Özellikle post-komünist ülkelerde eski rejim döneminde yapılan fişleme faaliyetleri İHAM’ın önüne geldiğinde Mahkeme, devletlerin suçla mücadele etmek adına bazı istihbarat faaliyetlerini gerçekleştirebileceklerini, yani kişilerin faaliyetleri hakkında data tutulabileceğini kabul etmiştir; fakat Mahkeme, bu faaliyetlerin, kim tarafından, hangi süreyle, hangi suçlarla bağlantılı olarak yapılacağını ve bunların keyfi kullanımına engel olacak koruyucuları ulaşılabilir ve öngörülebilir bir kanunda düzenlenmesinin zorunlu olduğunu vurgulamıştır. Bu tür bir kanun olmadan gerçekleştirilen idari işlemler yani fişlemeler, özel yaşama saygı hakkına yönelik keyfi bir müdahale ve bu hakkın ihlali olarak görülmüştür.[9]

Meseleye bu çerçeveden bakıldığında, OHAL KHK’lerinden önce bu kararnamelerin arka planında yer alan kanunsuz ve dolayısıyla yetkisi olmayan kişilerce gerçekleştirilen fişleme faaliyetlerinin idari yargıda ihtilaf konusu yapılması ve kanunsuz idari işlemlerin iptaline odaklanılması gerekir.

Dört: Kişiye Özel Yönetmelik/Cenk Yiğiter Olayı

Kanunilik ilkesine uyulmamasıyla ilgili sorunlar zincirinin son halkası ise Ankara Üniversitesi’nin 8 Ağustos 2017 tarihinde yayımladığı yönetmelik değişikliği. Ankara Üniversitesi, Ön Lisans ve Lisans Eğitim-Öğretim Yönetmeliğinde yaptığı değişiklikle Yönetmeliğin 5’inci maddesinin 7’inci bendine “Üniversiteye kayıt hakkı kazanan adayların yükseköğretim kurumundan çıkarma cezası almamış veya herhangi bir nedenle kamu görevinden çıkarılmamış olması gerekir” cümlesini ekledi.

Söz konusu hüküm de Anayasa’ya aykırıdır. Şöyle ki; Ankara Üniversitesi idari bir kurumdur ve idare, kanunda öngörülmeyen bir nedenle eğitim özgürlüğü gibi bir temel hakkı sınırlayacak müdahalede bulunamaz; çünkü Anayasa’ya göre “temel hak ve özgürlükler ancak kanunla sınırlanır.”

Konuya bir an için epeyce iyi niyetle yaklaşalım. Ankara Üniversitesi Senatosu’nun, bu yeni düzenlemeyi, YÖK Kanunu’nun 44’üncü maddesindeki “Yükseköğretim kurumlarında (...) kayıt (...) ve eğitim-öğretimin devamına ilişkin diğer hususlar, Yükseköğretim Kurulunun bu konularda belirlediği temel ilkelere uygun olarak yükseköğretim kurumları senatoları tarafından belirlenir” hükmünün verdiği yetkiyle dayanarak getirdiğini düşünelim. Ne var ki bu düşünce ilkin Federal Alman Anayasa Mahkemesi’nin (FAYM) geliştirdiği ve zaman içinde hem İHAM’ın hem de AYM’nin zımnen benimsediği “esaslılık teorisi” karşısında geçerliliğini yitirmektedir.

Esaslılık teorisinin çıkış noktası, günümüz dünyasında her türlü konunun kanunla düzenlenmesinin mümkün olamaması gerçeğine dayanır. Bu gerçek karşısında yaygın uygulama, kanunların bazı konularda genel çerçeveyi çizmesi ve meselenin ayrıntılarının yürütmenin düzenlemelerine bırakılmasıdır. Buna karşın, düzenleme yapılması gereken konu bir temel hak olduğunda, hakka yönelik düzenlemenin ne ölçüde kanunla belirleneceği, nelerin yönetmeliğe bırakılabileceği konusunda ihtilaf çıkmaktadır. İşte FAYM’a göre bir temel hakka “esaslı” şekilde etki eden bir müdahalenin mutlaka kanunla düzenlemesi gerekir ve bu tür müdahaleler, çerçevesi çizilip yönetmeliğe bırakılamaz, çünkü:

“Parlamento tarafından çıkartılan kanun, salt yürütme eylemlerine nazaran doğrudan demokratik meşruluğa sahiptir. Parlamenter usul, müzakere ve karar alma sürecinin yüksek düzeyde kamusallığını ve bu yolla çatışan menfaatlerin dengelenmesinde büyük bir imkân sağlar.”[10]

Bu bağlamda Federal Mahkeme’nin, Almanca ders kitaplarında da sıklıkla atıf yapılan ve eğitim özgürlüğü ile ilgili “Okuldan Atılma” (Schulentlassung) kararı bu bakımdan tipiktir. Bu davada başvurucu, lise döneminde sınıfta kalmıştır. Sınıf tekrarı yapan öğrencinin, takip eden senede de sınıfta kalmasından ötürü okuldan atılması söz konusu olmuştur. Konu, Anayasa Mahkemesi’nin önüne geldiğinde Mahkeme, öncelikle, atılmanın bir yönetmelik hükmü uyarınca gerçekleştiğini, bu hükmün dayanağının da başvurucunun öğrencilik durumunun ayrıntılarının yönetmelikle düzenleneceğini söyleyen bir kanunun maddesi olduğunu tespit etmiştir. Yani söz konusu olayda, az önce ifade edilen YÖK kanununa benzer bir kanun hükmü mevcuttur. Bununla birlikte Mahkeme, somut olayda öğrencinin “sınıf tekrar etmesi” ile “okuldan atılması” arasında fark olduğunu söylemiş ve iki müdahaleyi ayırmıştır. Mahkeme’ye göre öğrencinin sınıf tekrar etmesi, onun mesleki hayatını derinden etkilemeyecek ve hatta pedagojik olarak olumlu sonuçlar doğurabilecek türden bir müdahaledir. Dolayısıyla bu konudaki düzenleme, eğitim özgürlüğüne yönelik esaslı bir müdahale teşkil etmez ve yönetmeliğe bırakılabilir alandadır. Buna karşın; öğrencinin “okuldan atılması”, onun mesleğini seçme ve mesleğiyle bağlantılı eğitim alma hakkı yönünden oldukça esaslı bir etki yaratır. Dolayısıyla, bu konudaki koşulların yürütme organınca değil, bizzat yasama organının çıkartacağı kanunda düzenlenmesi gerekir.[11] Yani bir kişinin eğitim kurumuna alınmaması veya eğitim kurumundan atılması, eğitim özgürlüğüne yönelik esaslı bir müdahaledir ve soyut kanun hükümlerine dayanarak çıkartılacak bir yönetmelik hükmüyle gerçekleşemez.

Bu yaklaşım, farklı bir bağlamda, İHAM yönünden de paylaşılmaktadır. Tahir Elçi tarafından Strazburg organlarının önünde taşınan Mürsel Eren v. Türkiye davasının konusu Türkiye’de Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) tarafından yapılan üniversiteye giriş sınavıdır. 1994 yılında söz konusu sınav, Öğrenci Seçme Sınavı (ÖSS) ve Öğrenci Yerleştirme Sınavı (ÖYS) şeklinde iki basamaklıdır. Başvurucu, liseden mezun olduktan sonra üç sene art arda ÖSS sınavından başarılı olamamış, bu nedenle ÖYS’ye girmeye hak kazanamamıştır. 1997 yılında ise, girdiği ÖSS’den asgari baraj puanı olan 105’ten yüksek bir puan (131) almış ve ÖYS’ye girmeye hak kazanmıştır. Başvurucu, ikinci basamak sınavı olan ÖYS sınavına girmiş; fakat sınav sonuçları açıklandığında, kazananlar arasında isminin olmadığını görmüştür. ÖSYM’ye yaptığı başvuru sonucunda 493 puan ile en yüksek puan alan öğrencilerden biri olduğunu; fakat geçmiş yıllardaki düşün puanları dikkate alınarak sınavının iptal edildiğini öğrenmiştir. İdari yargı yollarını tüketen başvurucu, iptal kararını kaldıramamış ve konuyu İHAM’a taşımıştır.

Mahkeme, idari işlemin dayanağını sorguladığında, karşısına çıkan norm, ÖSYM tarafından yayımlanan sınav kılavuzudur. Bu kılavuzun 3’üncü bölümünün altıncı maddesi, sınav sırasında bir adayın kopya çektiğinden şüphelenilmesi durumunda, o aday tarafından verilen cevapların, farklı üniversitelerden gelen üç profesörden oluşan Akademik Konsey tarafından inceleneceğini düzenlemiştir. Söz konusu olayda Konsey, bu akademik başarıya bir açıklama getirilemediği gerekçesiyle sınavın geçersiz sayılması yönünde görüş bildirmiştir. ÖSYM de bu görüş çerçevesinde başvurucunun sınavını iptal etmiştir.

İnsan Hakları Mahkemesi, kopya çektiği ispatlanamayan başvurucunun sınav sonucunun iptal yetkisini düzenleyen herhangi bir kanuni dayanak bulunmadığını, kanunda açık ve ayrıntılı bir hüküm olmadan, idareye bu denli geniş takdir bırakılmasının hukukun üstünlüğü ilkesi ile eğitim hakkının özünü zedeleyeceği ifade etmiştir.[12]

Görüldüğü gibi hem FAYM hem de İHAM, temel haklara müdahale içeren “esaslı” konuların kanunla ayrıntılandırılmaksızın, idarenin takdirine bırakılmasını sorunlu görmektedir. Bu yaklaşım AYM tarafından da paylaşılmaktadır. AYM’nin 1967 yılında verdiği bir karardaki şu tespiti nettir:

“Düzenlenecek alanın esaslı konuları, yasada yeterince belli edilmemiştir; oysa bu işte bütün bu yönler, temel yönlerdir. Temel yönlerde yürütmenin düzenleyici kurallar koyması Anayasa'ya uygun olamaz.”[13]

Konuyla ilgili daha yeni tarihi bir olay ise “başörtülü avukat” davası olarak da bilinen Tuğba Arslan davasıdır. Bu olayın konusu, başörtülü olduğu için mahkeme salonundan çıkartılan bir avukatın din özgürlüğünün ihlal edilip edilmediğidir. Söz konusu müdahalenin dayanağı olarak Türkiye Barolar Birliği’nin yönetmeliği gösterilmiş, hatta AYM’nin eski kararları ile Anayasa’daki laiklik ilkesinin buna dayanak olduğu ileri sürülmüştür. AYM ise, temel hak müdahalelerinin ancak kanunla yapılacağı ve kanunla düzenlenmeyen bir müdahalenin yönetmelik vb. düzenlemelerle yapılamayacağı gerekçesiyle ihlal sonucuna ulaşmıştır.[14]

Sonuç

Kanunilik ilkesi, aktarılan dört örnekte de ihlal edilmiş durumda. Bu sorun, anılan örnekle sınırlı değil. Bir süredir Türkiye’de kanunsuz yetki kullanımı olağan duruma geldi, böyle olunca da keyfilik karşısında en temel güvence hızla aşınmış oldu. Bu tür sapmalar, ulusal hukuk düzenini, son zamanlarda çokça öykünen Osmanlı devletinin Anayasası’nın özünün de[15], daha o yıllarda bile ülkenin ilk anayasa hukuku kitabında dahi uzun uzun anlatılan kanunilik öğütlerinin de[16], “ittihatçı zihniyet” denilerek pejoratif olarak küçümsenenlerin “yok kanun yap kanun” söyleminin de gerisine düşürüyor. Bu ülkenin ilkesel birikimi bu kadar gerilemeyi hak etmiyor.

[1] Bernhard Rehfeldt, Die Wurzeln des Rechts, (Berlin, 1951), s. 67.

[2] “42 Üniversitede Akademisyenlerin Bildirisine Tepki ve Soruşturmalar”, Bianet, 14/01/2016.

[3] BVerfGE 105, (279-312)

[4] Ayrıntılar için bkz. Peter Badura, “Zur Rechtmäßigkeit des Eingriffs in das Grundrecht auf Religionsfreiheit im Wege des Öffentlichkeitsarbeit gegen die Osho-Bewegung: Kritische Anmerkung zum Urteil des BVerwG vom 27.3.1992”, Juristen Zeitung, Vol. 48, 1993, s. 37 vd.

[5] Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, E. 2010/1116, K. , T. 13/01/2011. (Yürütmeyi Durdurma).

[6] AYM, 14/01/2015, E. 2014/100, K. 2015/6.

[7] Feray Salman/Aysel Ergün, “OHAL İlanı, KHK’ler, Hak Kısıtlamaları”, Bianet, 04/01/2017. Çalışma, yazı dizisi olarak yayımlanmıştır. İlk sayı için bkz. http://bianet.org/bianet/siyaset/182341-ohal-ilani-khk-ler-hak-kisitlamalari

[8] “Erdoğan’dan ‘FETÖ’ operasyonları için uyarı gibi çıkış: At izi, it izine karıştı”, Cumhuriyet, 07/09/2016.

[9] Çok sayıda karar içinde örn. bkz. Rotaru v. Romanya, İHAM, 28341/95, 04/05/2000.

[10] BVerfGE 40, 237, (240).

[11] BVerfGE 58, 400 (417).

[12] Mürsel Eren v. Türkiye, İHAM, 60856/00, 07/02/2006, § 46-51.

[13] AYM, E. 1967/41, K. 1969/57, T. 23, 24 ve 25/10/1969. Orijinal metinde vurgu yoktur.

[14] Tuğba Arslan başvurusu, AYM, 2014/256, 25/06/2014.

[15] Osmanlı Anayasası’nda, başta vergide kanunilik ilkesi olmak üzere çeşitli güvence maddelerinde, kanun kaydı bulunmaktadır.

[16] Osmanlı döneminde, ilk anayasa hukuku kitabında kanun özel olarak ele alınmış ve tabii hukukçu açıklamalara gidilmiştir. Bkz. Babanzade İsmail Hakkı, Hukuk-ı Esasiye, Ayça Büşra Balcıoğlu/Fernaz Balcıoğlu, İstanbul: Erguvani Yay., 2014.


bottom of page